Bir Ed Wood Filmi Kadar Kötü: The Blancheville Monster (1963)

25 Ocak 2018

Özür dilerim ama bu filmi yazmasam çatlardım. Kült Filmler Zamanı’nda biraz adı sanı duyulmadık filmleri de ele almak güzel oluyor. Hazır, Wiseau’nun “The Room”u (2003) ödül sezonunda revaçtayken, ben de bu acayip şeyi araya sıkıştırayım. Şimdi, sinema tarihinde bazı filmler vardır, onu kült statüsüne eriştiren şey; tuhaflığı, çiğliği, tutarsızlığı ve olmamışlığıdır. Plan 9 from Outer Space (1959), Attack of the Killer Tomatoes! (1978) ve Dünyayı Kurtaran Adam (1982) gibi… Yani bu filmler o kadar kötüdür ki, belirli açılardan çıtayı zirveye diktikleri için iyi olarak bile adlandırılabilirler. Alberto De Martino’nun Horror adıyla da bilinen 1963 tarihli The Blancheville Monster’ı da o tip filmlerden biri.

De Martino’nun The Blancheville Monster’ının adına ilkin, bir takım garabet film repliklerini içeren hayli komik bir listede denk gelmiştim ama ciddiye almamıştım. Daha sonra Bartuomiej Paszylk’in kült filmlerle ilgili “The Pleasure and Pain of Cult Horror Films” adlı muhteşem kitabında rastlayınca hemen izleme listesine aldım, ilk fırsatta seyrettim ve bayıldım. Tam bir bağımsız organlar topluluğu. Filmde hikâye tutarlılığı ve mantık namına hiçbir şey yok ama merak duygusunu her daim ayakta tutarak yağ gibi akıyor. Aslında De Martino’nun daha da dandik bir filmi listemdeydi ama önceliği The Blancheville Monster’a vermek istedim, diğeri nasipse seneye gelecek.

blank

Diğer filminin şimdilik adını bile anmayacağım ama De Martino’dan kısaca bahsedelim, öyle kofti bir isim değil, dişe dokunur filmi çok. John Saxon’lu Django spara per primo (Kanunsuz Kahraman, 1966), John Cassavetes’li Roma come Chicago (Nefes Kesen Takip, 1968) ile Martin Balsam ve Tomas Milian’ın bir araya getiren Il consiglior (Kanunsuzlar, 1973) öne çıkanlar. 100.000 dollari per Ringo (Ringo İntikam Alıyor, 1965) da fena değil, ha keza (bir katilin, işlediği cinayeti görmüş olma olasılığı taşıyan potansiyel bir görgü tanığını, “beni yakabilir” düşüncesiyle cinayetten yıllar sonra öldürmeye çalışması gibi bir mantık hatasını görmezden gelirseniz) L’assassino… e al telefono (Ölüme Adım Adım, 1972) da. Kirk Douglas’lı Holocaust 2000’i (Mahşerin Dölü, 1977) ve L’uomo dagli occhi di ghiaccio’yu (Donuk Gözlü Adam, 1971) ise pek beğenmiyorum.

De Martino, İtalyan Sineması’nın o çalışkan tür yönetmenlerinden birisi. Ki bu konu benim özel ilgi alanımdır. Kendisi; gladyatör filmi, ajan filmi, giallo, spagetti western, mafya filmi, korku filmi, polisiye, artık o dönem ne meşhursa o türde düşük bütçeli, popüler seyirlikler çıkaran bir sinema emekçisi. Öyle vizyoner biri değil ama ara sıra (The Blancheville Monster’ın açılışında olduğu gibi) güzel fotoğraflar da yakalamayı bilen biri. Ne de olsa Sergio Leone’nin Giu la testa’sında (Yabandan Gelen Adam, 1971) yardımcı yönetmenlik yapmışlığı var. Yeteneksiz olsa, Leone’nin onunla işi olmazdı. Hatta De Martino daha sonra Cirisiamo, vero Provvidenza? (1973) adlı bir spagetti western çekti, o alt-türde iyi gişe yapmış, önemli bir westerndir.

Neyse, gelelim filmimize… Bizde bir deyim vardır, kötü taklit aslını yaşatır (bazı kaynaklarda “yüceltir” şeklinde geçiyor) diye. Hadi diyelim kötü taklit aslını yaşatır, peki ya taklidin taklidi? The Blancheville Monster ne biliyor musunuz? Aslında B filmlerin tanrısı Roger Corman’ın Edgar Allen Poe’nın The Fall of the House of Usher (Usher Evi’nin Çöküşü) adlı eserinden 15 günde uyarladığı, düşük bütçeli House of Usher (Korkunç Ev, 1960) adlı filmin zayıf bir yeniden çevrimi. De Martino, oradan bazı karakterleri ve o meşhur “diri diri gömülme” temasını almış, biraz da Poe’nun  “A  Tale  from  the  Ragged Mountains” ve “Some Words with a Mummy” (Bir Mumya ile Küçük Bir Hasbihâl) adlı öykülerinden esintiler var. Ancak De Martino ile senaristlerinin (Giovanni Grimaldi ve Bruno Corbucci) katkısı o denli büyük ki, esinlenme desek yeridir, film Poe’dan ve Corman’dan yıldızlar kadar uzaklaşmış çünkü bir noktadan sonra babalar kopmuş. Uçmuşlar yani. Meselâ bize, bir yangında yüzü cayır cayır yanınca aklını oynattığı söylenen bir katil var (sürprizbozan olmaması için kimliğini ifşa etmiyorum), tam öldürmeyi arzu ettiği kişiyi öldürebilecek durumdayken yani o zavallıyı çaresiz bir hâlde (uyurken) yakalamışken ne yapıyor biliyor musunuz? Yemin ediyorum, size yüz tane tahmin hakkı versem bilemezsiniz. Müstakbel kurbanını hipnotize ediyor. Evet, yanlış yazmadım, hipnotize ediyor. “Nesi var bunun? Belki başka bir amacı var.” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama hipnotize ettikten sonra, (bu zaafını manipüle ederek) intihar etmesi yönünde komut veriyor! Yuh diyorum ve burada bırakıyorum, filmin omurgasını teşkil eden bu hikâye hakkında başka bir detay vermeyi zül sayarım.

blank

Öte yandan, filmin iyi yönleri de yok değil. Sezar’ın hakkı Sezar’a. Gotik hissini vermeyi başaran atmosferi gayet güzel ve ürpertici, özellikle kapalı mekânlarda çekimler fena değil, bol gölgeli şato sahneleri ve yıkıntıların arasındaki anıt mezarlık sahneleri favorilerim. Tabii, şatonun açılışta gösterilen şekliyle sonraki sahnelerdeki mimari tasarımı arasında soru işareti doğuran farklar var (bilhassa kule) ama ona takılmayın, ona gelene kadar takılacak çok şey var. Ben orman sahnelerini de beğendim, ağaçları bir korku ve gerilim öğesi olarak gayet etkili kullanmış De Martino. Dreyer’in Vampyr’ine (Vampir, 1932) yapılan göndermeler de cabası. İzlerken sıkılmıyorsunuz ama uyarayım, diğer her şey felaket.

Yerli yersiz kullanılan gerilim efektleri, ne idiği belirsiz karakterleri, hikâyeye hizmet etmeyen diyalogları/sahneleri, deli saçması finali, inandırıcılıkta uzak, berbat oyunculukları ve Vincent Price’ı taklit etmeye çalışan tiplemeleriyle âdeta anarşik bir sirki andıran The Blancheville Monster kaçırılmaması gereken kült bir yapım. İspanya’da İtalyanca çekilen bir Amerikan edebiyatı uyarlaması düşünün, üstelik, hikâyesi 1884 yılında Kuzey Fransa’da geçsin (Filmin farklı versiyonları var, mesela Roberto Curti’nin kitabında ülke İskoçya olarak geçiyor, o zaman karakterlerin İngiliz olmasına fazla takılmıyorsunuz ama orada da ailenin soyadı, filme adını veren Blancheville değil, Blackford!). Daha ne olsun? Böyle şeylere pek denk gelmezsiniz. Tuhaf ama öyle. Ona bakarsanız, filmin adı olan The Blancheville Monster, “Blancheville Canavarı” anlamına geliyor ama filmde canavar manavar da yok. Bu filmin İtalya’dan Horror (Dehşet) adıyla ihraç edildiğini ve seyirci çekmek için başka ülkelerde The Blancheville Monster adıyla gösterildiği aşikâr.

İtalyanca bilen bir arkadaşımız bu filmi orijinal dilinde bulup seyrederse belki de filmi çekenlere haksızlık yaptığımız ortaya çıkacak, özür dilemek durumunda kalacağız çünkü –her ne kadar görsel açıdan tutarsızlık olduğu kesinse de- diyaloglarının ve orijinal hikâyenin daha tutarlı olacağına dair bir hissim var. Elimizdeki İngilizce versiyon, Woody Allen’ın bir Japon aksiyon filmine (Key of Keys) serbest dublaj yaptığı What’s Up, Tiger Lily? (1966) adlı komedisini andırıyor sanki. Bilmiyorum. Emin değilim. Emin olduğum tek şey, The Blancheville Monster’ın (1963) bu hâliyle, en az Ed Wood filmleri kadar kült bir yapım olduğu.

KAYNAKLAR

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

1 Comment Bir yanıt yazın

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kült TV Filmi: Zampara Seyfettin (1995)

Zampara Seyfettin'in hamsi t-shirtü, beline kadar çektiği şortu ve iskarpin
blank

Güney Kore’den Ayrıksı Bir Hayalet Filmi: Sorum (2001)

En baştan söyleyelim; Sorum, Uzakdoğu’dan çıkan artık her korkuseverin ezbere