Bir metro istasyonundasınız ve bu istasyonda sizin dışınızda birbiri ile delicesine öpüşen bir çift var… Dikkatli baktığınızda bu “delicesine” öpüşme fiilinin, içerisinde haz barındırmadığı izlenimine kapılıyorsunuz. Biraz daha dikkatli baktığınızda, aynı öpüşme sadece fiilen yerine getirilen otomatik bir reaksiyon halini alıyor. Heyecansız, tutkusuz ve coşkusuz. Daha doğrudan bir tabir ile bizi “insan” kategorisine yerleştiren duygularımızdan tamamen arınmış halde…
The Bothersome Man, ana karakterimiz Andrea’nın gözlemi eşliğinde sanki sonsuza dek aynı şekilde sürüp gidecekmiş gibi ilerleyen bu sahne ile açılıyor. Andrea’nın dışarıdan gözlemlediği, diğer taraftan da pençesinde kıvranıp durduğu bu çıkışsızlık güzellemesi ile…
“Mutlu olmanız bizim için çok önemli” diyor Andrea’nın “güler yüzlü” patronu ve ekliyor “Yeni bir masa ya da sandalye isterseniz haberimiz olsun.” Otomatik bir düzenin, otomatik bir bireyinin ağzından dökülen samimiyetsiz ve soğuk sözler bunlar fakat cümle sonuna eklenen o güleryüz, ihtiyaç duymadığımız her döküntünün bizi mutlu edeceğinin garantisini vermekten çekinmiyor. Kapital düzenin doğrultusu, yiyip, içip s.çan ve sevişmeyi de bir çeşit gece sonu faaliyeti olarak gören, insanlığından çıkan” insanların” arşınladığı bir meçhule doğru ilerlerken; Jens Lien, bu trajedinin bileşenlerine keskin bir mizah baharatı ekmeyi de ihmal etmiyor.
Çağımızda bütün duyguların sadece kelimelerden oluşan minimal tipografik tasarımlar haline gelmesi fikri artık pek de ütopik bir değer taşımıyor. Fakat yine de birey bu anlayışı bir ütopya olarak değerlendiriyor. Tıpkı Andrea gibi, bütün bu karmaşanın içinde olduğu halde rüzgara kapılıp gittiğini kendine itiraf edemiyor. Lien’e göre günümüz insanının kirlenmeden kalabilmesi de mümkün değil!
Andrea’yı “uyumsuz” olarak nitelemek de pek kolay değil gibi görünebilir. Onun uyumsuzluk teşkil eden davranışları, bütün plastikliği ile birbirine kenetlenmiş korkunç bir rutini delen ufak noktacıklardan ibaret aslında…Andrea’nin başta çorak gibi gözüken, sonrasında sivri metal çubuklarla çetrefilleşen, büyüyen ve korkunçlaşan dünyası, aldatmanın, aldatılmanın, ihanetin ve intiharın normal kabul edildiği bir dünya. Diğer taraftan bu dünya, medya desteği sayesinde, evinde patlamış mısır ve kola eşliğinde münferit savaşları izlemeyi garipsemeyen bir dünya. Duygulara mümkün mertebe seyrek biçimde yer veren, duyguları bile medya organları tarafından sömürüle sömürüle eskitilip yıpratılan bir dünya. Andrea’nın yaşadığı dünya bir taraftan bizim dünyamız. Bir adım geri atıp bakmaya yeltendiğimizde renkleri değişen bir dünya ziyadesi ile…
Bu kapitalist platformda hem yerimiz hem de değerimiz kabaca şu şekilde özetlenmektedir: “Diğer insanlardan daha yetenekli, daha coşkulu, daha renkli ve daha zeki görünebiliriz fakat ömrümüz sona erdiğinde bunun pek de önemi kalmaz. Tabi, hislerden çitilenerek arındırılmış yaşantımızın coşku mahrumiyeti söz konusu olunca değerler de değişir. Her şeyin ve herkesin alternatifinin olduğu acı bir ağıta dönüşür.
2006 Norveç-İzlanda ortak yapımı film, Andreas usulünce bir kapitalizm sorgusu… Her karesi ince ince hesaplanmış simetrik sahneleri, “bozulmaz” gibi görünen bu yapıyı daha da “kareleştiriyor” Üzerinden defalarca geçilmiş olan “tüketim toplumu eleştirisi” sizin de gözünüzde inandırıcılığını yitirdiyse eğer, bu kaygıdan bağımsız olduğu halde, mevcut trajediye pek çok türdeşinin yaklaşmadığı kadar “çarpıcı” yaklaşmayı bilen bir film The Bothersome Man…
posteri ne kadar güzelmiş!