Richard Kelly’nin üçüncü uzun metrajlı film The Box, yönetmenin bir önceki filmi Southland Tales gibi karışık yorumlar aldı. Southland Tales’e oranla daha anaakım sayılabilecek film, yine de Kelly’nin alamet-i farikası haline gelmiş türlü tuhaflığa yer vermeyi ihmal etmiyor. Özellikle, Frank Langella (fantastik film meraklıları onu John Badham’ın 1979 tarihli Dracula filminden ve 1987 tarihli Masters of the Universe filmindeki İskeletor rolüyle hatırlayabilirler), yüzünün yarısını bir kazada kaybetmiş gizemli kişilik Steward Arlington rolüyle izleyiciyi diken üstünde tutan bir performans sergiliyor.
Film, öğretmenlik yapan Norma ve NASA’da çalışan Arthur Lewis çiftinin bir sabah uyandıklarında kapılarında bir paket bulmalarıyla başlıyor. Paketin içinde ahşap bir kutu içine yerleştirilmiş kırmızı bir düğme olduğunu görüyorlar. Bir süre sonra Steward Arlington adlı gizemli bir adam onlarla temasa geçiyor ve bu düğmeye bastıkları takdirde dünya üzerinde herhangi bir yerde tanımadıkları bir insanın öleceğini ve kendilerine bir milyon dolar verileceğini söylüyor. Mali bir sıkıntı içinde olan çift, bu öneri karşısında ahlaki bir ikileme düşüyorlar ve kendilerini açıklanması güç bir olaylar silsilesinin içinde buluyorlar.
I am Legend’ın da yazarı olan Richard Matheson’ın kısa öyküsü “Button, Button”dan uyarlanan film, öykünün temelini oluşturan “yüklü bir miktar para karşılığında sadece bir düğmeye basarak dünya üzerindeki herhangi bir yerde, tanımadığınız bir insanı öldürmeyi kabul eder miydiniz?” sorusunu alıp onun üzerine yepyeni bir öykü inşa ediyor ve hikayenin sonunu da değiştiriyor. Matheson’ın hikayesi daha önce Twilight Zone’un bir bölümünde de kullanılmış ve Kelly de film uyarlamasında bir Alacakaranlık Kuşağı atmosferi uyandırmayı başarıyor. Tekinsizlik hissi, cevapsız kalan gizemler, komplo teorileri, hayatlarımızı kontrol eden bilinmeyen güçler, The Box’ın bu uğurda kullandığı kimi öğeler…
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
*** Dikkat Sürprizbozan! ***
Hikayede de, filmde de, cinsiyetçi bir tavır sezmek mümkün. Her ikisinde de düğmeye basmaya karar veren kişi Norma oluyor. Matheson’ın öyküsünde, Norma maddiyatçı bir tutum içinde sergileniyor, ve bu parayla birlikte bir tatile gidebileceklerinden bahsediyor. En sonunda düğmeye basıyor ve bunun sonucunda kocasının ölümüne neden oluyor (Steward Arlington diyor ki, “kocanı ne kadar tanıyordun ki?”). Filmde ise, Arthur daha önce Arlington’la haşır neşir olmuş biriyle karşılaşıyor ve adam bilmiş bir ifadeyle “senin de karın düğmeye bastı, değil mi?” diyor. Böylelikle ahlaki bir ikilem karşısında kadınların para ve maddiyatı seçeceklerine kesin gözüyle bakıldığını anlıyoruz. Filmin sonunda, hikayenin aksine, ölen Norma oluyor ve böylece paragözlülüğün cezasını çekmiş oluyor!
*** Sürprizbozan Sonu *** [/box]
1970’lerde geçen filmin hikayesi, dönemin atmosferini yansıtmak için bir hayli uğraşılmış. Kılık kıyafetler, dekorlar, arabalar haricinde filmin orijinal müziği de retro bir havaya sahip. Ayrıca 70’lerin korku ve bilim kurgu filmlerine hakim olan paranoya hali de filmde ön plana çıkarılmış ve Richard Kelly’nin vizyonu çerçevesinde, başka boyutlarla, zaman ve uzayla ilgili çeşitli “yama”lar eklenmiş.
Sonuç olarak, Richard Kelly yine iki arada bir derede, ne ana akım film seyircisini, ne de janr filmleri seyircilerini bütünüyle mutlu etmeyecek, tuhaf bir filme imza atmış. Fakat önceki filmlerini sevenler bunu da sevecektir muhtemelen.
Matheson’ın “Button, Button” isimli kısa hikayesinden uyarlanan aynı isimli Alacakaranlık Kuşağı bölümü, en akılda kalıcı dolayısıyla en etkileyici bölümlerinden biriydi. Richard Kelly’nin önceki filmlerini sevmeme rağmen bu filme pek anlam veremedim. Çünkü Kelly, Alacakaranlık Kuşağı’ndaki bölümün etkileyiciliğinden uzak bir iş ortaya çıkarmış ve üzerine pek bir şey ekleyememiş sanki.
Southland Tales gibi bir faciadan sonra temkinli yaklasip izledigim bir film oldu. etkileyicilikten uzak olmasindan zira fazlasiyla “uzun metraj” olmus film. ah be richard’im, donnie darko’dan sonra halbuki ne umutlar beslemistik senin icin.
Ben hikayenin Twilight Zone uyarlamasini seyretmedim, belki de o yuzden cok fena bulmadim. Kesinlikle “sahane, basyapit” diyecegim bir film degil, ama 70’lerin bilim kurgu edebiyatina ve filmlerine has paranoya ve “bir seyler yolunda degil” hissini iyi vermis bence. Bir de Kelly’ye has tuhaflik ve tekinsizlik – kimi zaman mahsus absurdluge ve ici bos metaforlara da dayanabiliyor bunlar – benim hosuma gidiyor : )
Richard Kelly’nin bir önceki filmi “The Southland Tales” eleştirmenler ve seyirci tarafından tamamen reddedilmiş bir filmdi. Kelly şimdi bunun farkında ve ortalama izleyiciyi tekrar kazanmak, gelecekteki projelerini tehlikeye atmamak adına Kutu’da daha evcil bir yönetmenlikle meraklı bir hikaye üzerinden gizem öyküsü anlatmaya soyunuyor ama üzülerek belirtmeliyim ki Kutu, asla bir Donnie Darko potansiyeline sahip değil. İlk filmleriyle meşhur olan tüm yönetmenlerin ızdırabı da budur zaten. Yaptıkları her iş o filmle kıyaslanacaktır.
Kutu, Richard Matheson’un kısa hikayesi “Button, Button”dan uyarlanan 1 saat, 55 dakikalık bir alacakaranlık hikayesi… 80’lerin TV fenomeni “Twilight Zone” kuşağında aynı isimle film yapılmış. (Meraklıları Youtube ya da benzeri izleme siteleri üzerinden içinde epey bir mizah da bulunan bu bölümü izleyebilirler.) Ama bu ilginç ve “kısa” kalması gereken öykü tüm mizahi unsurları ayıklanarak ciddileştirildiğinde ve Kubrick sinemasının ruhuna uygun düşen minimal bir anlatımla aktarıldığında, giriş bölümünden hemen sonra giderek sıkıcılaşan ve bunu aşmak için yapılmış tuhaf numaralarla da absürdleşen bir film haline geliyor.
Filmde, bize gösterilen ve daha önce binlercesini seyrettiğimiz için pek de inandırıcı bulamadığımız “Amerikan ailesi”nin çok eksik bir anlatımı var… Banliyöde oturan, Nasa’da çalışan, spor bir Corvette kullanan ama bir yandan paraya muhtaç, zavallı insanlara acımak, onları tercihleri için haklı görmek mümkün değil… “Being John Malkovich”den aslında ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu bildiğimiz Cameron Diaz ve X-Men evreninin Cyclops’u James Marsden ortalamanın altında bir oyunculukla filmi götürmeye çalışıyorlar ki Kubrick filmlerinden en nefret eden seyirci bile oyunculuk kısmına gelince eleştirisini keser… Ama Kutu’nun böyle bir mecali yok… Hal böyle olunca ortaya keçiboynuzu tadında bir seyirlik çıkıyor. Açıkçası TV için yapılan işi seyretmek çok daha eğlenceli ve keyifli…
Kutu’nun bir kusuru da, daha gizemli olmak adına bir sürü sorular sorması ve bu soruları cevaplamayı unutması! <>“Cloverfield” ya da “Lost” deneyimlerinin internet üzerinden benzer etkileşimler sayesinde popülerleştiği ortamda Richard Kelly de “Donnie Darko”da yaptığı gibi filmin arkasından oluşacak düşünce ve tartışma katmanı ile bu soruların cevaplanacağını ve bunun filmi daha önemli hale getireceğini düşünmüş olabilir ama yurtdışı gösterimlerinin ilgisine bakarak izleyicinin böyle bir gayreti olmadığı ortada…
Filmin mekan seçimleri ve set tasarımları ise epey başarılı… 70’lerde geçen bir öyküyü anlatan filmde özellikle Nasa’nın çalışma sahası görülmeye değer. Aslında benim gibi fantastik ve bilim-kurgu sineması düşkünü bir bünye için gerekli tüm malzemeyi barındıran filmin, senaryo aşamasında asıl öyküye bir şey katılamayışına ve Richard Kelly’nin yanlış yönetmenlik tercihlerine bağlı olarak harcanmış bir proje olduğunu düşünüyorum. Hiç bir filmi “vakit kaybı” olarak nitelendirmedim çünkü atom deneylerimi yarıda bırakıp film seyreden biri değilim. Buna istinaden Kutu’da çeşitlilik açısından kısırlaşan sinema ikliminde değişik bir çaba fakat bu çabayı sadece türün iflah olmaz meraklılarının hoş göreceğini düşünüyorum.
Beyazperde.com için yazdığım yazı: http://www.beyazperde.com/sinekritikdetay/2153
çok kötü bir film çok. donnie darko’yu yapmış bir adam nasıl olur böyle bir şey yapabilir, aklım almıyor. bu richard’ın halleri beni gerçekten çok üzüyor.
gördüğüm en tuhaf filmlerden biri kesinlikle ben çok beğendim.