“This kind of certainty comes just once in a lifetime.”
Yasak aşk üzerine çekilmiş yüzlerce film, yazılmış binlerce şarkı vardır. Ama çok azında Bridges Of Madison County de olduğu kadar empati yapabilirsiniz. Robert James Waller’ın 1992 yılında yayınlanan aynı adlı kitabından uyarlanan filmde Clint Eastwood, hem yönetmen koltuğunda başarıyla oturuyor hem de başrolde Meryl Streep ile birlikte unutulmaz bir performans sergiliyor.
Amerika-Iowa’da basmakalıp ve bağnaz insanlarla dolu bir kasaba: Madison Kasabası. Kötü değil, hepsi iyi, nazik, yardımsever, güvenilir, dürüst insanlar ama hepsi aynı. Hiç farklı bir renk yok, insanlar aynı, işler aynı, günler birbiriyle aynı, makine gibi aynı şeylerle meşgul, öylesine yaşayıp giden bir kadın.
2. Dünya Savaşı sırasında İtalya’ya asker olarak gelen Richard ile evlenerek Iowa’da bir çiftlikte yaşamaya başlayan Francesca Johnson’ın hayatı işte böyledir. Kocası istediği için öğretmenliği bırakmış, tüm hayatını 16 yaşındaki kızı, 17 yaşındaki oğlu, kocası ve çiftlikteki işlere adayarak artık hayal kurmayı bile unutmuş bir ev kadınıdır. Robert Kincaid ise National Geographic’te fotoğrafçı olarak çalışan, hayatı dünyanın her yerini dolaşıp fotoğraf çekmekle geçen, bir kez evlenmiş ama yürütememiş özgür ruhlu bir adamdır.
1965 yazında Francesca’nın kocası ve çocukları eyalet fuarındaki yarışmaya katılmak üzere 4 günlüğüne evden giderler. Richard da, National Geographic’e Madison Kasabası’nın köprülerinin fotoğrafını çekmek üzere kasabaya gelir.
Richard’ın Francesca’ya köprünün yolunu sormasıyla ikili tanışır ve geçen 4 gün boyunca önce ürkek ve çekingen sonra kendilerini alabildiğine bırakarak çılgınca bir aşk yaşarlar. Francesca kocasında unuttuğu romantizmi, çiftliğe gömdüğü hayallerini, tutkularını ve en önemlisi kadınlığını Richard’la tekrar hatırlamış, Richard’sa dünyayı dolaşırken aslında bilmeden aradığı limanın, Francesca’da bulduğu aşk olduğunu keşfetmiştir.
Hızla geçen 4 günün sonunda Robert Francesca’dan onunla birlikte gelmesini ister. İzleyicinin en kararsız yorumlarda bulunup, en çok empati yapacağı kısım da burada başlar.
Eşi ve çocukları için hayallerinden çok uzak, tekdüze yaşamaya mahkum olmuş bir kadın, çok az insana nasip olacak kesinlikte, gerçek aşkı bulmuşsa ne yapmalı? Giderse geride bıraktıklarının ağırlığı zamanla bu aşkı tüketir mi? Yoksa onca zaman başkaları için yaşadıktan sonra artık kendisi için yaşayıp aşkıyla mutlu olabilir mi? Kalırsa bu aşkı unutabilir mi? Kalbinde başka bir erkek varken kocasıyla yaşayabilir mi?
Filmin en can alıcı sahnesinde, Francesca’nın kocasıyla beraber olduğu arabanın kapısını açıp öndeki Richard’a gidip gitmemek arasında kaldığı o saniyelerde Meryl Streep’in titreyen elinden aynı duygular doğruca size yansıyor. Bir yanınız “aç kapıyı, git” diyor, bir yanınız “ama ailen” diyor…
“Eski hayaller, güzel hayallerdi. Gerçek olmasa da onları kurduğum için mutluyum.”
Richard’ın bu cümlesiyle yaşamayı seçen Francesca aşkını yazıya döküyor ve tam 4 anı defterini öldükten sonra okumaları üzere çocuklarına bırakıyor. Peki ya çocukları? Siz olsanız ne düşünürdünüz; annenizin ölesiye durgun ve sıkıcı giden evliliği sırasında gerçek aşkı bulduğunu ama sizler için ondan vazgeçtiğini bilseniz ne yapardınız? Francesca’nın oğlu gibi onu suçlar mıydınız yoksa sizin için yaşanamamış bir sevgi adına üzülür müydünüz?
Meryl Streep’in kusursuz oyunculuğu ile Oscar’a aday olduğu, Clint Eastwood’un oyunculuğu kadar yönetmenliğinin de ne kadar üstün olduğunu gösterdiği bu filmi izleyin, pişman olmazsınız.
çok güzel bir film ve başarılı kritik yazısı.
Tebrikler Pınar Hanım.