The Brother From Another Planet 1984 yılı mahsulü John Sayles tarafından yazılıp yönetilmiş olan ABD yapımı bir film. 1984 Sitges Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu (Joe Morton) ve en iyi senaryo ödüllerini almış.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
Dilsiz bir uzaylı, uzay gemisinin arızalanması sonucu dünyaya, New York Limanı’ndaki Ellis Adası’nın yakınlarına düşer. Bilindiği gibi Ellis Adası, 1954 yılına kadar göçmenlerin Amerika’ya girmeden önce denetlendikleri son durak görevi görüyordu. Uzaylımız (Joe Morton), yeni bir hayata başlamanın hayalini kuran, pek çok badireler atlatmış göçmenlerin, terk edilmiş mekânda yankılanan mırıltıları eşliğinde Amerika’ya ayak basar.
Üç parmaklı ve uzun tırnaklı ayaklarını saymazsak, fiziksel görünüş itibarıyla insandan farksız uzaylımız, bir tekneyle karşı yakaya, oradan da yürüyerek New York’un Harlem bölgesine geçer. Pejmürde kıyafetiyle tipik bir siyahî evsizi andırır, bu yüzden kalabalığın arasına karışmakta sıkıntı yaşamaz. Kısa sürede yiyecek alabilmek için paraya ihtiyacı olduğunu ve manavdan para ödemeden meyve alırsa polisin kovaladığını bizzat tatbik ederek anlar. Harlem’in ara sokaklarından birinde bulunan, sadece müdavimlerin takıldığı, sessiz, sakin bir bara girer, ilk arkadaşlarını (‘brother’) edinir ve kendine kalacak bir yer bulur. Bir dokunmayla elektronik aletleri tamir edebilme yeteneği sayesinde bir atari salonunda iş bulur ve hurdaya çıkmış atarileri tamir etmeye başlar.
Uzaylımız, başka iki uzaylı tarafından kovalanan bir kaçaktır. (Takip edenler tabii ki beyaz.) Bir yandan peşindekileri atlatmaya çalışırken, bir yandan da dünyaya uyum sağlamaya uğraşır. Para kazanır, uyuşturucu belasına bulaşır, âşık olur, sevişir. Bir ömür boyu kaçak olarak yaşayamayacağını anladığı anda, takipçileri ile yüzleşmek zorunda kalacaktır.
The Brother From Another Planet (TBFAP), 50’li yıların ucuz bilim kurgularını aratmayan bir sahneyle açılıyor. Bilinçli olarak pek kitsch gözüken, ışık ve renk cümbüşüne bulanmış düğmelerin cirit attığı uzay gemisi tasarımı, Turist Ömer Uzay Yolu’nda (1973) filmiyle yarışacak seviyede. Bir Sayles filmi için bile fazlasıyla garip görünen, bir uzay gemisinin dünyaya düşmesini resmeden açılış sahnesi, seyirciye sıradan bir maceranın içinde olmadığını anlatmaya çalışıyor. Harlem sokaklarında devam eden hikâye boyunca, birkaç sahne dışında, bir daha ne bir görsel efekt kullanılıyor, ne de bilim kurgu ile doğrudan ilişkilendirilebilecek olaylar vuku buluyor. Yani aslında filmin türünün bilim kurgu diye işaretlendiğine bakmayın, en fazla, derdini anlatmak isteyen yönetmenin bilim kurguyu yöntem olarak kullandığı söylenebilir.
Harlem’de birbirinden ilginç birçok insanla karşılaşan uzaylımız, her birinden dünyaya ait farklı şeyler öğreniyor. Dilsiz olduğu için konuşamıyor, bu da karşısındakine normalden fazla konuşma şansı veriyor. Hepsi belki de standart bir diyalogda anlatmayacağı konulardan bahsediyor. İyi bir dinleyici olduğuna karşısındakini inandıran uzaylımız, her karşılaştığı insan ile sağlam ilişkiler kuruyor. Belki de biz artık birbirimizi dinlemediğimiz için, kendisini dinleyen birini bulanlar, bu fırsatı iliğine kadar sömürmek istiyor. Her halükarda bu monologlar iki taraf için de kazançlı oluyor.
Bir kaçak olarak indiği dünyada, çevresine entegre olmaya çalışan uzaylımız, ilk başlarda uyum sağlamaya gayret ediyor. Uyum sağlamaya çalıştığı şeyleri öylesine kabul etmiyor ama. Anlamaya çalışıyor. Uyum sağlamayı reddettiği noktalarda değiştirmek için çaba gösteriyor. Örneğin bir sokak arasında, kolundaki iğneyi henüz damarından çıkarma fırsatı bulamamış bir uyuşturucu bağımlısı ile karşılaştığında, ilk yaptığı iğneyi çıkartıp kendi damarına zerk etmek oluyor. Uyuşturucunun, adı üzerinde, uyuşturmaktan başka bir işe yaramadığını anladığında, nereden gelip sokaklara dağıldığını tespit ediyor. Polisin senelerdir bulamadığı(!) bağlantıları, birkaç gün içerisinde keşfedip tepedeki adamı buluyor ve ona kendince bir ders vermeye girişiyor.
TBFAP anlatmak istediklerini, fazla dolambaçlı yollara başvurmadan, direkt olarak anlatmayı tercih ediyor. Her ne kadar uzaylıydı, dilsizdi gibisinden sembolik öğelerle dolu olsa da öyle anlamak için defalarca seyretmek zorunda bırakan cinsten değil. Mizah dozu da tam kıvamında. Bilhassa barda geçen sahnelerde zeki espriler havada uçuşuyor.
Dilsiz bir uzaylıya can veren Joe Morton, parmak ısırtan bir performans sergiliyor. Film boyunca konuşmaması ilk bakışta bir handikap gibi görünebilir. Fakat Morton, bu handikabı lehine kullanmayı beceriyor. Karşısındaki oyuncular konuşurken o dinliyor, vücudunun her yerini kullanarak dinliyor, kimi zaman karşısındakini ezerek oynuyor ve kocaman bir alkışı sonuna kadar hak ediyor. Joe Morton, kariyeri boyunca birçok önemli filmde rol almasına rağmen, benim hatırımda hep Terminator 2: Judgment Day’de (1991) kendini cesurca feda eden Cyberdyne çalışanı Miles Dyson olarak yaşayacak.
Sonsöz: Bağımsız sinemacı John Sayles’ın ilk gişe başarısı olan TBFAP’da, kovalayan beyaz uzaylılardan birini bizzat yönetmenin kendisi, diğerini ise David Strathairn canlandırıyor. Sinema adına doğru hareketlerin bir araya geldiği bu mücevher değerindeki filmi mutlaka izlemeye çalışın. Hayatla bir derdi olan böylesi çılgın işlerle karşılaşma şansımız gittikçe azalıyor.