Hollywood’da kimsenin bilmediği bir küçük lanet var. Bir filmin adı The Caller oldu mu o film belli bir kaliteyi tutturmayı başarıyor, ancak unutulup gitmeye de bir şekilde mahkum kalıyor. Bunun ilk örneğini Malcolm McDowell’lı The Caller’ı anlatan Can Evrenol yazısında gördük. Yönetmen Matthew Parkhill’in 2011 tarihli bu (eski the Caller ile tek benzerliği ismi olan) hayli ilginç gizem gerilim filmi de daha gencecik olmasına rağmen unutulmamak için savaş veriyor. Açıkçası güvendiğim bir arkadaşın tavsiyesiyle karşıma çıkmasa bu filmi ben de vasat bir slasher sanıp karanlığa gömecektim. Afişinindeki klişe havaya aldanmayın, the Caller gerçekten son zamanlarda nadiren karşımıza çıkan cinsten, oldukça keyifli bir seyirlik.
Kocasından yeni boşanmış Mary Kee için hayat hiç kolay değildir. Her şeyi bırakıp yeni bir eve taşınmıştır ve çevresiyle sosyalleşme konusunda problemler yaşamaktadır. Saplantılı kocasının tacizlerinden zihni bulanan Mary’nin hayatına hiç beklemediği anda bir “telefon arkadaşı” girer. Rose, yalnız bir kadındır ve şu sıralar birileriyle konuşmaya muhtaçtır. Ancak Rose’un varlığını kendine has kılan çok önemli bir özelliği vardır: Gizemli kadın aramalarını 1979 yılından yapmaktadır! Otuz yıl öncesiyle konuşmak Mary için garip ve gerilimli bir durumdur ve bu konuşmaları olabildiğince kısa kesmeye çalışmaktadır. Rose ise telefon arkadaşlığını bitirmemeye kararlıdır ve bunun için elinden gelen her şey yapacaktır.
The Caller, “geçmişten gelen telefon araması” fikri ile akla hemen 2000 yapımı Frequency filmini getiriyor. Çok benzer temalara sahip olmalarına rağmen The Caller’ı şaşırtıcı derecede özgün bulduğumu söyleyebilirim. Film az karaktere ve mekana sahip, düşük bütçeli bir yapım olarak gerilimi büyük ölçüde telefon başında geçen dakikalara sıkıştırmayı tercih etmiş ve bunda büyük başarı sağlamış. Filmin senaryosu gerçekten sürükleyici, ancak senaryodaki gerilimi oldukça inandırıcı kılan kanımca isabetli oyuncu seçimi olmuş (ki buna birazdan değineceğim).
Senaryodaki bir diğer hoş öğe ise filmin zaman yolculuğu fikrini barındırsa da buna beceriksizce bağlanmaya çalışmaması. The Caller bir hataya düşüp 2007 yapımı Los Cronocrimes olmaya da çalışabilirdi ama neyse ki böyle bir işe girişmiyor. Filmimizin temel derdi; şiddete meyilli kocasından kaçan bir kadının, hiç beklemediği bir anda kendini başka bir taciz olayının ortasında bulması. Rose’un geçmişte yaşıyor olması, onun Mary üzerinde hakimiyet kurmasını sağlayan bir öğe sadece. Mary’nin Rose ile ilişkisini bir şekilde çözmesi ise, ona eski kocası ile mücadele etmesi için gereken kapıları açacak bir sınav (ki filmin finali bu mücadeleyi abartısız ve gayet tatmin edici bir şekilde bize sunuyor). Taamamen bu persfektiften kalırsak The Caller’da yaşananları, aslında hiç varolmamış, sadece Mary’nin eski kocasına karşı zihninde verdiği bir sınav olarak da algılayabiliriz tabii (Korkmayın film böyle bir persfektife sizi zorlamıyor, bu sadece benim yorumum. Ama bu yoruma imkan tanıdığı için filmi daha çok sevdim). The Caller farklı okumalara fırsat tanıyan bir zemin hazırlıyor ki bir gizem filminin seyirciye asıl sunması gereken de budur.
Bir korku filmi olmamasına rağmen The Caller’ın kadrosu korku janrından pek çok ismi barındırmakta. Duygusal olarak yıpranmış Mary Kee karakterini Twilight’ın ilk Victoria’sı Rachelle Lefevre mükemmel bir şekilde canlandırıyor. Mary rolü için ilk başta Brittany Murphy düşünülmüş, ancak oyuncunun ani ölümü sonrası listeye Lefevre eklenmiş. Mary’nin beyaz atlı şovalyesi John rolünde ise True Blood’tan Stephen Moyer’i görüyoruz. Filmin tüm tedirgin edici dokusunu sadece telefon konuşmaları ile vermeyi başaran isim ise Lorna Raver, ki kendisini Sam Raimi’nin Drag Me to Hell’inde zaten çok sevmiştik. Raver, The Caller ile bir “en ürkütücü teyze” heykelciği hakettiğini bir kez daha kanıtladı. Bunun yanında Mary’nin eski kocası Steven’ı canlandıran Ed Quinn’in de bu role yakıştığını söylemeliyim.
Tamamı Puerto Rico’da çekilen The Caller, kamerasını şehrin sokaklarına çok çevirmese de kendine has bir atmosfer yakalamayı başarıyor. Açıkçası The Caller’ı bir metropol filmi olsaydı belki bu kadar sevemezdim. Küçük şehir gerilimi hissini her zaman tercih ederim. Gerilimin kanla değil de ansızın çalan telefon zili ile yaşandığı, ilginç hikayeli bir film arıyorsanız The Caller sizi kesinlikle memnun edecektir. Özellikle Silent Hill oyunlarındaki her telefon sahnesinde irkilen sinemaseverlere özel olarak tavsiyemdir.
Not: Filmi bana tanıttığı için Buğra Özdemir’e teşekkür ederim. Yigilante Kocagöz
kesinlikle izlenmeye değer bir gerilim filmi,sonunda hakikaten açık bir kapı bırakılmış ama bende olayların hiç yaşanmadığını kadının kocasını öldürmesinden sonra zihninde yarattığı bir senaryo olduğunu düşündüm! gerilim filmi sevenlere tavsiye ederim! bence 10 üzerinden 8,5 alır:)