Birbirine benzer hikayeleri, tekrar tekrar sinemaya taşımakta bir sıkıntı yok. Ama çok klasik ve defalarca anlatılmış bir hikayeniz varsa, o zaman o hikayeyi nasıl aktardığınız önem kazanır. Hem hikayeniz, hem de üslubunuz muhteşemse, ne âlâ… Bir filmi sıradan bir anlatıdan çıkaran ve bir sanat eserine çeviren de bu oluyor zaten.
The Canal, 1979’da etkili ve başarılı çıkışıyla kendi alt-türünü oluşturan bir filmin izinden gidiyor (spoiler olmasın diye o filmin adını ağzıma almayacağım). Gerilimin giderek tırmandığı ve finaliyle etkileyiciliğini katlayan The Canal; sürreal dokunuşları ve arthouse üslubunu aratmayan vuruşları olmasına rağmen, tür sinemasının içinde kalan, deneysellikle tür filmi olma dozajını fevkaladenin fevkinde ayarlayan bir film. Hatta biraz Lynch, biraz da Kubrick tarzını andırsa da, Polanski‘nin Repulsion‘ından (1965) açık etkiler görülse de; ve de The Ring‘e (2005) doğrudan bir gönderme içerse de kesinlikle özgün bir yapım. Etkilendiği eserler bu kadar belirgin olduğu halde yine de özgün kalabilen az film vardır ve bence bu bağlamda bir alkışı hak ediyor The Canal.
Film İrlandalı yönetmen Ivan Kavanagh tarafından yönetilen beşinci uzun metrajlı film. Ayrıca The Canal, yönetmenin korku türünde çektiği de ikinci film. Buna rağmen yönetmenin güveni, yılların korku filmi yönetmeniymiş gibi daha ilk dakikalarda kendini gösteriyor. Şükür ki bu ukalalıkla gelen içi boş bir özgüven değil.
Kavanagh, önceki filmleriyle çeşitli festivallerde çeşitli ödüller almış, genel anlamda beğenilmiş ve özgün filmleri seven, festival izleyicileri arasında kendine yer edinmiş bir yönetmen. Başka bir deyişle sessiz, sağlam ve kararlı adımlarla yürüyen yeni neslin dikkate değer yönetmenlerinen de biri. Üstelik Kavanagh okullu değil, alaylı bir yönetmen. Film okuluna gitmemiş ve herhangi bir sinema eğitimi yok. Kavanagh bu konuda şunları söylüyor; “Sinema okumayı düşündüm. Ama onun yerine, okula harcayacağım parayla filmlerimi yapmaya karar verdim.”
Ivan Kavanagh’ın denediği bu alt-türde, oyuncuların performansları ekstra bir önem taşıyor. Çünkü bu tür, eğer oyuncular karakterleri doğru ve güçlü canlandırmazsa kolaylıkla ilkokul piyesine dönebilecek bir potansiyele sahip. Hele de The Canal’daki gibi özel dokunuşlara sahipse…
Daha önce çeşitli televizyon dizilerinde, Asylum Blackout (2011) ve Hellboy‘da (2004) gördüğümüz İrlandalı oyuncu Rupert Evans, başrolde gerçekten hayli gergin ve inandırıcı bir performans sergilemiş. Ayrıca David’in iş arkadaşını canlandıran ve 3096 Tage (2013) ile tanıdığımız Antonia Campbell-Hughes ve David’in oğlu Billy‘nin bakıcısı Sophie‘yi canlandıran Kelly Byrne de Evans’ı başarılı performans konusunda yalnız bırakmamışlar.
David ve eşi Alice, pek de iç açıcı olmayan bir kanalın yakınında tarihi bir ev satın alıyorlar. Film arşivleme bölümünde çalışan David, kendisine gelen bazı eski filmleri incelerken, 1902’de şuan oturmakta oldukları evde bir cinayet işlendiğini öğreniyor. Evin sahibi, kendisini aldatan eşini bıçaklayarak öldürüyor ve kanala atıyor. David, polis kayıtlarına ait bu eski görüntüleri izledikten kısa bir süre sonra eşinin kendisini aldattığını öğreniyor. Ancak tam da bu sırada eşi Alice kayboluyor…
Karakterlerin giydikleri ceketlere, trençkotlara ve her daim kurşuni havaya bakıldığında inanması zor olsa da The Canal, 2013 yılında yaz mevsiminde Dublin‘de çekilmiş. Filmin senaryosunu da yazan Kavanagh, bu aşamada kendi korkularından da yola çıkmış ve senaryoyu baştan başlayıp sona doğru adım adım yazmayı tercih etmiş. Yani atlamalar yapmamış ve olayın kendi kronolojisini takip etmiş. Belki bu teknik, filmin geriliminin giderek tırmanmasının da nedeni olabilir.
Yönetmen Ivan Kavanagh, The Canal’da “kabusumsu bir atmosfer” yaratmak istediğini dile getiriyor Indiewire‘a verdiği röportajda. Gerçekten de gerçekle rüya, daha doğrusu kabus arası bir atmosfere sahip bir film olmayı başarmış The Canal. Hatta bu kabus David’in değil, izleyicinin gördüğü bir kabus. Yakınlarınızı değil, hiç tanımadığınız insanları gördüğünüz ve bir türlü uyanamadığınız kabuslardan biri adeta The Canal. Aynı röportajda Kavanagh, David’in eline geçen 1902 yılı görüntülerinin de üstünde özenle durduğunu ve gerçekçi olması için farklı teknikler üzerinde çalıştıklarını anlatıyor.
The Canal aslında son zamanlarda pek çok filmin sorup durduğu “haunting aslında nedir?” sorusuna cevap arayan filmlerden biri. Bu sorunun cevabına açısı sağlam bir perspektiften bakıyor. Ayrıca şehirli mistisizminin temel hikayelerinden birini alıyor; yani yeni çağın şehirli insan mitolojisinin en etkin efsanelerinden birini kendine konu ediniyor. Öte yandan film; doğum, rahim, su ve ana rahmine dönüş temalarında sembolik bir anlatıma sahip ve görsel anlamda da güçlü. Ancak David ve Alice arasındaki ilişkiyi biraz daha irdeleyebilirmiş. O noktada biraz eksik kaldığı söylenebilir. Öte yandan David’in psikolojik dönüşümü de biraz fazla hızlı aktarılıyor sanki. Ancak bu kusurlar kadı kızında da olabilir ve filmin tadını bozmakta yeterli değiller.