blankÇocukların fantastik dünyası, artık çocukluk dönemleri çok geride kalmış yetişkinlere her zaman gizemli gözükmüştür. Ne zaman ne yapacakları belli olmayan ufaklıkların toplumsal hayatın kurallarına tamamen uymaları mümkün olmadığı için kontrol altında tutulmaları gerekir. Şüphesiz pencereden sarkmayı, balkona çıkmayı, aniden sokağa fırlamayı ve sinir bozucu şekilde ağlamayı seven çocukları iyi niyetli duygularla kontrol altında tutarken; bilinçaltımızdaki bazı korkuların uyanmasını da engellemiş oluyoruz. Şüphesiz buna “çocuk korkusu” demek çok doğru değil; daha çok bize veya çevremize sıkıntı oluşturabilecek kaotik bir enerjiyi bastırmış oluyoruz.

Çocukların sadece hiperaktif davranışları değil, sessiz, içedönük kişilik özellikleri de onların gizemli yönlerini besliyor. Kalıcı olması durumunda kişilik bozuklukları yaratan bu çocuksu özellikler daima sanatçılara ilham vermiştir. Beyazperdede çocukluğun tuhaf halleri ise en çok korku/gerilim sinemasının ilgisini çekmiş olsa gerek.

Son yıllarda hayaletimsi, başka bir dünyanın ifadesini taşıyan yüzünü zifiri saçlarının ardında taşıyan kız çocukları Uzak Doğu Sineması’nın vazgeçilmez korku malzemesi oldu. Özellikle Japon toplumu sadece çocukları değil, gençleri de kontrol altında tutulması gereken, isyana eğilimli yıkıcı bir enerji olarak algılıyor. Onların en çok kontrol altında tutulduğu yer olan okullar ise çetelerin savaş alanına dönmüş durumda. Sayısız sinema filmi, anime ve hepsine ilham veren manga ürünleri okullarda geçen savaş hikayeleri anlatıyor. Okullu savaş hikayesi demişken; Battle Royale’i de unutmamak lazım!

Amerikan Sineması ise “tehlikeli çocuk” temasını neredeyse bir alt türe dönüştürmüş durumda. Yetişkinlere saldıran çocuk çeteleri birden çok seriyle karşımıza çıkarken; Omen ve Şeytan gibi filmler de çocukları kötülüğün/şeytanın kontrolüne veriyor. Bu arada Avrupa’dan da DVD çağında yeniden keşfedilen Who Can Kill a Child? gibi klasikleşmiş başyapıtlar çıktığını belirtmek lazım.

Şüphesiz çocuklar kısa sürede yetişkinlerin dünyasına uyum sağlarken, masumiyetlerini kaybetmeye başlarlar. Biz senaryolarımızla çocukları masum dünyamız için tehdit olarak algılarken; çocuklar masumiyetini kaybederek bize uyum sağlarlar aslında.

blank

Histeri gibi, filmi anlama çabasına dönük, film hakkında ipucu ve yorum taşıyan bir yerli isme sahip olan The Children işte bu kırk yıllık çocuk tehlikesi temasını pişirip önümüze koyuyor. Son yıllarda bu tür filmlerin artışı dikkat çekici. Zaman zaman çocuklar alt sınıfların isyanını bile temsil edebiliyor. Fakat Waz’ın stil sahibi yönetmeni Tom Shankland’in Histeri ile amacı daha farklı.

Noel tatili için bir araya gelen ailenin huzuru, evdeki çocukların gizemli bir virüs sonucu hastalanmasıyla bozuluyor. Hastalık sonucu katile dönüşen çocuklar evdeki yetişkinleri teker teker avlamaya başlıyor. Büyükler ise çoğu zaman çocuklara karşılık vermek konusunda çekingen kaldıkları için öbür tarafı boyluyor!

London to Brighton’dan bildiğimiz senarist Paul Andrew Williams tür sinemasının klişelerinden uzaklaşarak, dramatik yönü güçlü bir korku filmi oluşturmaya çalışmış kağıt üstünde. Fakat sadece yetişkinler değil çocuklar da birbirine benziyor ve karşımıza elle tutulur bir karakter çıkmıyor. Çocukların öksürükle başlayan hastalıkları katile dönüşmeleriyle sonuçlanıyor ve bunun nedenleri gizemli tutuluyor. Ortada virütik bir hastalık olsa da; filmin kürtaj göndermeleri dikkat çekici. Fakat sinemacıların gizem konusundaki ısrarları filmin inandırıcılığını azaltıyor.

Histeri’de vasat oyuncuların son derece klasik Noel diyalogları, filmin ortalarına doğru yerini sinir bozucu çocuk gülümsemelerine (hayli etkili) ve çığlıklara bırakıyor. Tom Shankland ise senaryo tuzaklarına rağmen; çarpıcı detay çekimleriyle evi merkeze alan genel çekimler arasında kontrast yaratıyor ve ürkütücü bir atmosfer kurmayı başarıyor. Yetişkinler ve çocukların mücadelesini anlatan tuhaf cinayet sahneleri ise gayet iyi çekilmiş. Histeri muhtemelen korku sineması izleyicilerini tatmin edecektir. Fakat senaryodaki boşluklar ve kötü oyunculuk gösterisi ortaya sıkı bir tür filmi çıkmasını engelliyor.

Serdar Kökçeoğlu’nun beyazperde.com’da yayınlanan yazısıdır.

Link: http://www.beyazperde.com/sinekritikdetay.asp?id=2009

blank

Serdar Kökçeoğlu

1975 yılında Malatya’da doğdu. Hayatının ilk 7 yılı Almanya’da geçti. Babasına verilen lojman odasında halıya kurularak televizyonda izlediği bilim kurgu filmlerini ve açık hava sinemasında izlediği tuhaf komedi filmlerini de, Almanya’nın karlı havası gibi hiç unutmadı. 2002 sonundan beri çeşitli yayın ve platformlarda sinemayla bağlantılı işlerde görev aldı. Sinemayla ilgili işler dışında, müzikle bağlantılı projelerde yer almaktadır.

3 Comments Bir yanıt yazın

  1. yazı çok güzel,keyifle okudum.
    ancak elbette bizimkiler hemen filme uygun bir isimde bulmuslar: HİSTERİ(!), bu isim Beetlejuice’e “beter bocek” diyen Warner’cilarin yaninda Out of Africa’ya “seferim var” demek kadar zirva. en çok beni bunlar korkutuyor.

  2. Flubber’a, Çılgın Mucid mi ne öyle bir isim vermişlerdi, o beni benden almıştı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Coma (2005)

Coma isimli Güney Kore dizisinin hastanede geçmesi akıllara ister istemez
blank

Sapkınlığın Sapağında: Filth (2013)

Filth (2013), Danny Boyle ve Paul Mcguigan’ın erken dönem yapıtlarının