İngiliz korku sinemasının 1950’li yılların sonunda Hammer yapım şirketinin liderliğinde başlayan yükseliş dönemini (biraz dolaylı bir yoldan olsa da) ateşleyen isimlerden biri de Amerikalı senarist ve yapımcı Milton Subotsky’dir. Amerikan yapım ve dağıtım şirketi Associated Artists’e “güncellenmiş bir Frankenstein filmi yapalım” fikrinden yola çıkan (ve Frankenstein and the Monster adını taşıyan) senaryosuyla başvuran ilk kişi odur. Şirketin kurucu sahibi Eliot Hyman, fikri beğenir ama risk almak istemez ve bu öneriyi James Carreras’a (yani Hammer’a) paslar. Hammer’daki yapımcılar senaryoyu beğenmezler ama başka bir senaryoyla yeni bir Frankenstein filmi yapılmasına karar verirler. Böylece Hammer, ilk gotik korkusu The Curse Of Frankenstein’ı (1957) çeker ve uzunca bir süre dünya korku sinemasını domine edecek Hammer korkularının temeli atılmış olur. Bunun üzerine İngiltere’ye gelen Subotsky, iş ortağı Max J. Rosenberg ile Vulcan Films yapım şirketini kurarak The City of the Dead (1960) filmini yapmak için harekete geçer. The City of the Dead, pek çok açıdan değerli bir filmdir ama daha sonra adını Amicus olarak değiştirecekleri yapım şirketinin çatısı altında ürettikleri birçok korku filmiyle Hammer’ın en büyük rakiplerinden biri olacak Subotsky ve Rosenberg ikilisinin ilk korku filmi olması nedeniyle ayrıca önemlidir. Birçok kaynakta (öyle olmamasına rağmen) ilk Amicus filmi olarak geçmesi bu yüzdendir.
The City of the Dead, 1692 yılında Whitewood, Massachusetts’te gerçekleşen bir cadı yakma vakasıyla açılır. Kasaba sakinleri, cadı olduğunu iddia ettikleri Elizabeth Selwyn’i yakalayıp kazığa bağlarlar. Kazığın altındaki odunlar ateşe verildikten sonra aynı çarmıha gerilmiş İsa’nın Tanrı’ya yakardığı gibi şeytana yakarmaya başlayan Elizabeth, sonsuza kadar hizmet edeceğine ruhu üzerine ant içerek kendisine yardım etmesi ve kasabayı lanetlemesi için dua etmeye başlar. Kalabalığın arasındaki yoldaşı Jethrow da ona dualarıyla eşlik eder. Birden simsiyah bulutlar gelir, hava kararır ama Elizabeth’in akıbetini göremeden günümüze (yani filmin çekildiği yıla) geliriz.
Üniversitede Prof. Alan Driscoll’ın verdiği cadılık tarihi dersine katılan öğrencilerden biri olan Nan Barlow, sömestre tatilinde bitirme tezi için araştırma yapmak üzere cadı yakma vakalarının görüldüğü kasabalardan birine gitmek ister. Prof. Driscoll’ın önerisiyle Whitewood’da karar kılar. Abisi Prof. Richard Barlow ve erkek arkadaşı Bill Maitland’ın itirazlarına rağmen tek başına yola çıkar ve Amerika’nın ücra bir köşesine gizlenmiş gibi zorlukla ulaşılan kasabaya varır. Yıkılmak üzere olan kilisesi ve boş sokaklarıyla terk edilmiş gibi duran sisler içindeki kasabada, Mrs. Newless’ın işlettiği Raven’s Inn adlı otele yerleşir. (Aynı oyuncunun canlandırdığı Newless karakterinin ismi de Selwyn’in fonetik olarak tersinden türetilmiştir.) Daha ilk günden bir dolu gariplikle karşılaşan Nan için tehlike çanları olanca gücüyle çalmaktadır.
*** Bundan sonraki kısım aşırı miktarda sürprizbozan (spoiler) barındırır. ***
45 bin pound gibi oldukça düşük sayılabilecek bütçesi nedeniyle pek fazla dış çekimi bulunmayan filmin neredeyse tamamı Shepperton stüdyosunda çekilmiştir. Bu yüzden tek şansı vardır: Minimal öyküsünü olabildiğince basite indirgeyerek anlatmak ve tabii ki etkileyici bir atmosfer yaratmak. Durumun gayet farkında olan yönetmen John Moxey, elindeki kısıtlı imkânları azami hayal gücüyle kullanma yoluna giderek Val Lewton’ın 1940’lı yıllardaki doğaüstü filmlerinin, göstermeden tedirgin etmeyi baş tacı eden zekâ yüklü çözümlerine dört elle sarılır. Daha önce sadece birkaç televizyon dizisi bölümü çeken Moxey’nin ilk sinema filmi yönetmenliği olduğu da düşünülürse, ortaya çıkan sonucu ekstra takdir etmemek mümkün değildir. The City of the Dead, bilhassa finaldeki mezarlık sahnesinde iyice zirve yapan dışavurumcu Alman sinemasına öykünen yaklaşımı ile İngiliz korku sinemasında ayrıksı bir yere sahiptir. Bunun dışında filmin çok konuşulan bir özelliği daha vardır ki amiyane tabirle “kim kimden arakladı” meselesi hâlâ tartışma konusudur.
“Irmaktan geçerken at değiştirilmez” atasözü, sinema sanatı için de geçerlidir. Bir filmin başkahramanı filmin ortasında öldürülmez, ne yapacaksanız finalde yaparsınız. Milton Subotsky verdiği röportajlardan birinde konuyla ilgili şunları söylemiştir: “Filmin klasik bir yapısı vardı. Ama ilginç olan, başkahramanımız Nan’i filmin ortasına gelmeden öldürmemizdi. Yerine de kendini benzer bir tehlikenin içinde bulan başka bir kadın karakter koyduk. Evet, Psycho’ya benziyor ama biz daha önce yaptık.” İki filmi karşılaştırırsak Subotsky’nin “Psycho’ya benziyor” tabirinin bir hayli hafif kaldığını söylemek lazım. Aslına bakarsanız The City of the Dead, ana yapı itibarıyla Alfred Hitchcock’un kural yıkıcı filmi Psycho’nun (1960) neredeyse birebir aynısı gibidir. Başkahraman olarak sunulan kadın karakter (Nan/Marion) bir otele (Raven’s Inn/Bates Motel) gelir ve henüz filmin ortasına bile gelmeden otel sahibi (Mrs. Newless/Norman Bates) tarafından öldürülür. Ortadan kaybolan genç kadını aramak için aynı otele kardeşi (burada ufak bir fark var, biri erkek, diğeri kız kardeş; Richard/Lila) ve erkek arkadaşı (Bill/Sam) gelir. Katili yakalamak isteyen kardeş tehlikeye düşmüşken son anda ortaya çıkan erkek arkadaş günü kurtarır.
Filmin DVD’sinin ekstralarında yer alan röportajda, Subotsky gibi yönetmen Moxey de filminin Psycho’dan önce gösterime girdiğinden dem vurur. Fakat gerçek tam tersidir. Psycho, Haziran 1960’ta gösterime girmiştir; The City of the Dead ise Eylül 1960’ta. Fakat ilginç olan bir başka nokta daha vardır; The City of the Dead’in Shepperton stüdyosundaki çekimleri 12 Ekim 1959’da başlamıştır. Psycho’nun Hollywood’daki çekimlerinin başlaması ise 30 Kasım 1959’u bulur. Senarist George Baxt’in mevzu hakkında söyledikleri de pek orta yolludur: “Başkahramanı erkenden öldürdüm çünkü sanırım onunla daha fazla ne yapacağımı bulamadım. En nihayetinde bu gerçeklere dayanan bir senaryo değil, tamamen hayal ürünü. Bir haftada tamamladım.” Elimizdeki verilerle “kimin kimden arakladığını” net olarak telaffuz etmemiz mümkün görünmüyor. Düşük bir ihtimal olsa da, belki de farklı mekânlardaki iki sinemacı, aynı anda aynı düşü gerçek kılmakla meşguldü, kim bilir.
Fakat The City of the Dead’in sabıkası sadece bununla sınırlı değildir. Filmin 17. yüzyıldaki bir cadı infazını resmeden açılışı, akla hemen Mario Bava klasiklerinden Black Sunday’i (1960) getirir. İşe bakın ki o da aynı yılın Ağustos ayında gösterime girmiştir. Zaten 1960 yılı korku filmleri açısından altın yıl gibidir. O yıl gösterime giren korku filmlerine bir bakın: Psycho, Black Sunday, Peeping Tom, Village of the Damned, 13 Ghosts, The Brides of Dracula, Eyes Without a Face, The Flesh and the Fiends, House of Usher, The Vampire and the Ballerina ve The Two Faces of Dr. Jekyll ilk solukta saydığımız Avrupa ve ABD’den filmlerdir. Bunun bir de Güney Amerika’sı ve Uzakdoğu’su var. Düşük bütçeli The City of the Dead’in bu denli güçlü rakiplerle gişede mücadele etmesi zaten çok kolay değildir. Üstüne bir de Psycho meselesi eklenince iyice ikinci planda kalır ve o yılki korku filmlerinin birçoğunun aksine adı çok anılmaz.
O dönem İngiltere’de çalışan Amerikalı yazar Baxt’in senaryosu, aslen başrolünde Boris Karloff’un yer alacağı bir televizyon dizisinin pilot bölümü için kaleme alınmıştır. Proje gerçekleşmeyince senaryoya talip olan Subotsky, süresi yaklaşık 50-60 dakika olan dizi bölümü için tasarlanmış senaryoya eklemeler yapar. Nan’in erkek arkadaşı Bill gibi yan karakterler ilave ettiğini söyleyen Subotsky, süreyi uzun metraj film seviyesine getirir. The City of the Dead, her şeyiyle tam bir İngiliz filmidir ama dönemin şartları gereği ABD satışını da düşünmeleri gerektiğinden hikâye Amerika’da geçer ve oyuncuların büyük çoğunluğu İngiliz olmasına rağmen hepsi Amerikan aksanıyla konuşur. Birçok röportajında oldukça zorlandığını açıklayan Prof. Driscoll rolündeki usta oyuncu Christopher Lee’yi Amerikan aksanıyla konuşurken izlemek bile ilgi çekici bir deneyimdir. Nitekim film, bir yıl sonra adı Horror Hotel olarak değiştirilerek ABD’de de gösterime girer.
Gelelim başlıktaki “metalcilerin gözdesi” ibaresine. Korku sineması ile metal müziğin birbirleriyle etkileşime geçen karşılıklı ilişkisi malumunuz. Emarelere bakılırsa The City of the Dead de bugüne kadar pek çok müzisyeni etkilediği gözlenen filmlerden biridir. Örneğin İngiltere’nin gururu Iron Maiden’ın “Bring Your Daughter… to the Slaughter” adlı şarkısının video klibinde filmden sahneler kullanılmıştır. Çok sevdiğim King Diamond’ın bugüne kadar kaydedilmiş en iyi şarkılardan biri olan “Sleepless Nights”ın video klibinde de aynı şekilde filmden sahneler kullanılmıştır. Punk grubu UFX’in “Bitch” adlı şarkısının video klibiyse tamamen filme ait sahnelerin bir araya getirilmesinden ibarettir. Sinema dünyasının çok da yabancısı olmayan Rob Zombie’nin efsane albümü Hellbilly Deluxe’ün öne çıkan parçalarından “Dragula”nın başında, Christopher Lee’nin filmde söylediği “superstition, fear and jealousy” sözleri duyulur. In This Moment grubunun “The Witching Hour” adlı şarkısının başındaysa yine Christopher Lee’nin filmdeki uzun repliklerinden birinin tamamı yer alır. Meşhur punk grubu Misfits de filme atfen “Horror Hotel” adlı bir şarkı yazmıştır. (Merak edenler için yazının sonuna bahsi geçen şarkıların videolarını ekledim.)
Cadı sosu ilave edilmiş bir Lovecraft öyküsünü andıran The City of the Dead, gırtlağına kadar sise boğulmuş tekinsiz atmosferi ve müthiş kontrastlarla süslü siyah beyaz çekimleri ile 1960’lı yılların önemli korku filmlerinden biridir. Bir parça perde arkasında kalmış olmasına rağmen bu denli gözden ırak olmayı hiç hak etmez. Sonuçta Carnival of Souls (1962) ve Salem’s Lot (1979) ile birlikte 1980’li ve 1990’lı yıllarda çekilmiş birçok İtalyan korku filmini de önemli ölçüde etkilemiş bir film, nasıl görmezden gelinir ki?
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
Not: 1970’li yıllarla birlikte daha çok Amerikan televizyon kanalları için çalışan John Moxey’nin yönettiği TV filmi The Night Stalker’ı (1972) da şiddetle tavsiye ederim. Film, o güne kadar bir TV filminin ulaştığı en yüksek ‘rating’ rakamı rekorunu kırmıştır. Hemen ardından Dan Curtis’in yönettiği The Night Strangler (1973) adlı devam filmi çekilmiştir ki bu da hiç fena değildir. Daha sonra da X-Files’a ilham verdiği bilinen ve yirmi bölüm süren Kolchak: The Night Stalker (1974-1975) adlı dizi gelmiştir.
[/box]
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Video Klipler
[/box]
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
Kaynaklar
- Ian Cooper, Frightmares: A History of British Horror, İngiltere: Auteur Publishing, 2015.
- Mark Clark ve Bryan Senn, Sixties Shockers, İngiltere: McFarland & Company Inc, 2011.
- IMDb
- Wikipedia
[/box]