Joel Bakan’ın aynı isimli kitabından uyarlanan The Corporation, şirket kavramının ne anlama geldiğini, nasıl icat edildiğini, nasıl büyütüldüğünü ve günümüzde neye tekabül ettiğini anlatan kıymetli bir belgesel. “150 yıl önce şirketler görece önemsizdi oysa günümüzün hâkim kurumudur” diyen ve “şirketin doğasını, gelişimini ve olası geleceğini” inceleyen belgesel, kitlelerin büyük bir yanılsamayla, insanlık tarihi kadar eski olduğunu düşündüğü şirketlerle ilgili en önemli soruyu sorarak başlıyor. “Önceleri dar bir yasallık verilmesine karşın bugünün şirketlerinin yaşamlarımız üstünde bu denli olağanüstü güç ve etkinlik kazanmasına izin veren nedir?”
“ABD’nin ilk yıllarında devletçe imtiyaz verilmiş çok az şirket vardı. Onların da sermayeleri, ne yapacakları, ne kadar çalışacakları ve ne kadar ücret alacakları imtiyazlarında yazılıydı. Onun dışında başka bir şey yapmazlardı. Başka bir şirkete sahip değillerdi ve olamazlardı. Hissedarları sorumlu tutulabilirdi.” (filmden)
Hem yasada hem de kültürde kamu yararına hizmet etmek için kurulmuş olmalarına karşın bir süre sonra şirketlerin bu yükümlülükten kurtulduğunu ve “kimin zararına olursa olsun mümkün olduğunca çok kâr yutmaya çalışan bir canavara” dönüştüğünü iddia eden belgesel, şirketin “yapay bir varlık” olduğunun unutulduğunu ifade ediyor.
Sven Beckert, “Pamuk İmparatorluğu” isimli kitabında, küreselleşmenin, “şirketlerin devletleri kullanıp sonra da devletlerin taleplerinden özgür olma kabiliyeti” sağladığını iddia eder. Şirketin hem devletin gücünü kullanıp hem de devletin taleplerinden kaçındığı iddiası çok önemlidir çünkü kapitalizmin her dönemde karşımıza yeni kılıklarla çıkabilme “yeteneğini” gösterir. Peki, nasıl bu olmuştur?
Şirket Mülkün Temelidir
“Şirket avukatları, daha fazla güce gereksinimleri olduğunu fark ettiler ve şirket üzerindeki kısıtlamaları kaldırmak için harekete geçtiler.” (filmden)
Amerikan İç Savaşı sona erdikten sonra, “zencilere” eşit haklar vermek için Anayasa’ya eklenen 14. Madde ile hiçbir eyaletin, uygun yasal süreçler olmadan kimsenin yaşamını, özgürlüğünü ve mülkünü alamayacağı hükme bağlanmıştır. Bu değişiklik, insanların özellikle “zencilerin” yaşam, özgürlük ve mülklerini koruma altına almak için yapılmasına karşın avukatların mahkemelere başvurduğunu ve bu maddenin şirketlere de uygulanması için mücadele ettiklerini vurgulayan belgesel böylece çok ilginç bir konuya değiniyor.
“Bütün o ağırbaşlı, siyah cübbeli, tarafsız adalet görüntüsüne karşın Yüksek Mahkeme yargıçları, seçkinler yararına üzerine düşeni yapıyordu. Üyeleri Başkan tarafından seçilen ve Senato tarafından onaylanan bir mahkeme nasıl bağımsız olabilirdi? Aynı şekilde, üyelerinin hemen hepsi eski zengin avukatlardan oluşan ve her zaman üst sınıflardan gelen bir mahkeme, zenginler ile yoksullar arasında nasıl tarafsız davranabilirdi?” (Howard Zinn, ABD Haklarının Tarihi)
Bir bankerin, Yüksek Mahkeme yargıçlarına hitaben, “Özel mülkiyetin savunucusu, doların koruyucusu ve yozlaşmanın düşmanı Yüksek Mahkemenin yani sizlerin şerefine kadehimi kaldırıyorum” dediğini yazan Howard Zinn, 14. Madde değişikliğinin yargıçlar tarafından şirketleri koruyacak şekilde yorumlanmaya başladığını iddia eder. Anayasa’nın şirketler lehine yorumlanmasının, “komünistçe eğilimlere karşı özel mülkiyetin savunma silahı” olarak görüldüğünü söyleyen Zinn, böylece bu durumun ardında yatan zihniyeti gözler önüne serer.
“Yüksek Mahkeme, yalnızca 1886 yılında, şirketleri düzenlemek için yürürlüğe konmuş 230 eyalet yasasını lağvetti ve şirketlerin “kişiler” olduğunu, paralarının da 14’üncü maddede yapılan değişiklikle korunduğunu kabul etti. Buradaki tuhaflık şuydu ki, 14’üncü madde değişikliği, özgürlüklerine kavuşan köleleri korumak için yapılmıştı. Örneğin, 1890 ve 1910 arasında, 14’üncü değişiklik kapsamında 307 dava mahkemelere getirildi. Bu davaların 288’i şirketler tarafından getirilirken yalnızca 19’u Afrikalı Amerikalılar hakkındaydı. İnsanlara haklar sağlamak için 600 bin insan ölmüştü ancak sonraki 30 yıl boyunca yargıçlar, kalem darbeleriyle bu hakları insanlardan alarak sermaye ve mülk sahiplerine verdiler.” (Howard Zinn, ABD Haklarının Tarihi)
Yüksek Mahkeme yargıçlarının yalnızca Anayasa’nın yorumcuları olmadığını, onların belli bir geçmişten gelen ve belli ilgi alanları olan kişiler olduğunu ifade eden Zinn, bu yargıçlardan birinin, “toplumun servetinin birkaç kişinin elinde olmasının değişmez bir yasa” olduğunu söylediğini ancak bu düşüncenin sadece 1880’lere özgü değil Kurucu Atalar dönemine dek uzandığını söylüyor. “Hukukun özel mülkiyete saygısı o denli büyüktür ki, bütün toplumun ortak çıkarı söz konusu bile olsa, özel mülkiyete en küçük bir zarar verilmesini hoş karşılamaz.”
“Paralarını bir şirkete yatırmak isteyen bir grup insanla başlarsın. Sonra bu insanlar bir şirket olarak imtiyaz başvurusu yaparlar. Devlet, bu şirkete bir imtiyaz verir. Bu şirket yasal olarak artık bir kişi gibi çalışır, yasal olarak bir kişidir. Bir iş yürütebilir, mülk alıp satabilir, ödünç para alabilir, mahkemeye gidebilir veya mahkemeye verilebilir. Şirket artık yaşamımızın bir parçası, toplumumuzun bir bireyidir. Bir kişinin yasal haklarını ve korumalarını edindiğine göre şu soru ortaya çıkar. Peki, şirket ne tür bir kişidir?” (filmden)
“Herkes mutluluğu diler” diyen John Locke, “mutluluk nedir” diye sormuş ve “bizde bir haz üretme özelliği olan şeye iyi, bizde bir acı üretme özelliği olan şeye kötü deriz” dedikten sonra “haz eşittir mutluluk” formülünü ortaya atmıştır. 1776’da yayımlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde, Locke’tan esinle, tüm insanların “mutluluğu arama hakkı” olduğunun ifade edilmesi günümüz kapitalist kültürünün köklerinin ne kadar eskiye dayandığını açıkça göstermektedir. Bildirge’de yer alan, “hayat, özgürlük ve mutluluk” ifadesi, Locke’un temel insan hakları olarak tanımladığı “hayat, özgürlük ve mülkiyet” anlayışının “söylenebilir” halidir. Mülkiyet yerine mutluluk yazılması, mutluluğun bir mülkiyet haline dönüşmesi ve günümüzde “şirket” adı altında “cisimleşmesi” hiç de şaşırtıcı değildir.
“Şirketlere ölümsüz kişilerin hakları verilmiştir ama şirketler bizler gibi değildir. Bunlar özel bir insan türüdür, vicdanları yoktur, ahlaki sorumlulukları yoktur, sadece hisse sahiplerini gözetmek üzere yasa tarafından tasarlanmışlardır. Kurtarılacak ruhları veya hapsedilecek bedenleri yoktur.” (filmden)
Şirketlerin işçilere, insanlara, hayvanlara ve doğaya verdiği telafisi olanaksız zararları ifşa eden belgesel, bu zararların ve sömürünün kapitalizmin işlemesini sağlayan temel dürtüden kaynaklandığını ancak görünmez kılındığını açıklıyor. Batı’da ucuza satılan ürünlerin, geri bıraktırılmış ülkelerde “sweatshop” adı verilen atölyelerde imal edildiğini ve işçilerin acımasızca sömürüldüğünü gösteren belgesel, bu durumu iktisat değil “sömürü bilimi” olarak niteliyor.
“Nike, her işleme bir zaman çerçevesi verir. Dakikalardan bahsetmezler. Zaman çerçevesini saniyelere bölerler. Dominik Cumhuriyeti’nde çöpleri karıştırırken Nike’ın iç maliyet belgelerini bulduk. Bir gömleği yapmak için işçilere 6.6 dakika verdiklerini gördük. Dominik Cumhuriyeti’nde saat ücreti 0.70 dolardır. 6.6 dakika, 0.08 dolar yapar. Bu sömürü bilimidir.” (filmden)
Kitlelerin, şirketlerin bizlere benzediğini düşündüğünü, bazılarını sevimli, bazılarını cesur, bazılarını ise şapşal bularak benimsediğini aktaran belgesel, bu durumun şirketlerin “markalaşma” çabaları sonucunda ortaya çıkan büyük bir yanılsama olduğunu iddia eder. “Şirketlerin temel çizgileri, her bir çeyrekte olabildiğince çok para kazanmaktır. Hepsi bu” diyen belgesel, kendilerini birer “kişilik” olan gören şirketleri psikolojik yönden ele alıyor. “Şirketi yöneten kişiliğin türünü saptamak için onu bir psikiyatristin hastasını incelediği gibi analiz edebiliriz.”
“Anonim şirkete yasal bir kişi olarak bakarsak kişideki psikopatlıktan bir şirketteki psikopatlığa geçişi saptamak o kadar zor olmayabilir. Şirket bir psikopatın prototipidir.” (filmden)
Belgesel, yasal olarak “kişi” sayılan şirketli tutumunu, Amerikan Psikiyatri Birliğinin, “Tanı Ölçütleri – Başvuru El Kitabı”ndan örneklerle inceliyor ve şirketlerin “psikopat” olarak nitelenen insanlarla benzer tutum ve davranışları sergilediğini iddia ediyor.
“Eğer zamanımızın başat kurumu bir psikopat görüntüsünde yaratıldıysa eylemlerinin ahlaki sorumluluğunu kim taşır?” (filmden)
Sosyal Sorumluluk mu, İmaj mı?
“İnsanlar bizi sadece para ile ilgilenmekle suçlarlar oysa böyle değildir. Ticari kişiler olarak bizlerin çevreyle de ilgilenmesi gerekir” diyen bir patronun sözlerine yer veren belgesel “sosyal sorumluluk” konusuna eğiliyor. Milton Friedman’ın -kendisinin marifetleri Naomi Klein’in “Şok Doktrini” isimli kitabından okunabilir- şirketlerin sosyal ve toplumsal sorumluluğu olmadığı sözlerini aktarıyor ve şirketlerin “sosyal sorumluluk”tan ne anladığını ortaya koyuyor.
“Neyin sosyal sorumluluk olduğuna karar vermek şirketin üstüne vazife değildir. Bu onların uzmanlığı değil, hisse sahiplerinin onlardan istediği bu değil. Bu yüzden hadlerini aşıyorlar ve kesinlikle demokratik değil. General Motors başkanının, ürettikleri otomobillerin egzozundan çıkan gazların uygun seviyesinin ne olduğunu düşünmesi benim gerçekten umurumda değil. Bunun için bilim insanı çalıştırabilir. Kendisi çok iyi bir insan olabilir ama ben onu, bunun için seçmedim.” (Milton Friedman)
Şirketlerin, hissedarların maddi çıkarlarını korumak ve kamu yararı pahasına da olsa artırmak zorunda olduğunu söyleyen Milton Friedman, diğer her şeyin bu maksadın gerisinde kaldığını iddia eder. Belgesel, her insanın ahlaki bir kişi olduğunun düşünüldüğünü, şirket yöneticilerinin de yardımsever, dost canlısı, merhametli olabileceğini ancak kurumsal rollerinde “canavar” olduklarını çünkü kurumun yani şirketin canavarca olduğunu söyler.
“Şirket bir kişi değildir, düşünmez. İçindeki insanlar düşünür ve onlar için terminatör teknolojisi yaratmak yasaldır. Çiftçiler tohumlarını saklayamasınlar diye kendilerini yok eden tohumlar üretirler. Sadece bir mevsim ürün vermek üzere tasarlanmış tohumları üretmek için gerçekten vahşi bir zihniniz olmalı.” (Vandana Shiva)
Şirketlerin, kendilerinin sadece ruhsuz şekilde kar peşinde koşmadıklarını, şirketlerin sorunun değil çözümün parçası olduklarını, hükümetlerin ve sivil toplum örgütlerinin düşmanı değil müttefiki olduklarını söylemelerinin ardında yatan dürtünün kamusal imajları olduğunu ortaya koyan belgesel, çevre, hayvan ve insan haklarına duyarlı yeni bir “piyasanın” oluştuğunu ve gerekeni yapmayan şirketlerin piyasada cezalandırılacaklarını bildikleri için “sosyal sorumluluk” konularında çalışmalar yaptıklarını iddia eder.
“Neden bu kadar çok şirket toplumsal sorumluluğa yöneliyor. Bugün şirket, sosyal sorumluluğu bu tür kaygılara bir yanıttır. Bunun bir pazarlama stratejisi olduğu kesindir. Şirket sosyal sorumluluğu, şirketleri toplum karşısında sorumluluğunun bilincinde kurumlar olarak sunmaktadır. Sosyal sorumluluk onlar için bir değişme değil gönüllü bir taktiktir.” (filmden)
Şirket yöneticileri için sadece tek bir “sosyal sorumluluk” olduğunu söyleyen Milton Friedman, onun da, hissedarlar için mümkün olduğu kadar çok para kazandırmak olduğunu ifade ediyor ve şöyle devam ediyor. “Kar yerine sosyal ve çevresel hedefleri tercih eden yöneticiler aslında ahlaksızdır.”
“Friedman’a göre şirket sosyal sorumluluğunun hoş görülebileceği tek bir durum var -samimiyetsiz olduğu zaman. Sosyal ve çevresel değerlere, kendi başlarına amaçlar olarak değil de, hissedarlarının servetlerini maksimize etme araçları olarak yaklaşan yöneticiler hatalı davranmıyorlardır. Sosyal sorumluluk, tıpkı bir otomobili satmak için otomobilin önüne güzel bir kız koymaya benziyor. Amaç burada güzelliği desteklemek değil, otomobilleri satmak. Güzel kızlar gibi güzel niyetler de malları sattırabilir.” (Joel Bakan, Şirket)
Ülkemizde de, örneğin 6 Şubat depreminin ardından, depremzedelere ve ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunan holdinglerin bu tutumu hissedarlar tarafından eleştirilmiş hatta bazı bağışlar dava konusu edilmiştir. Bu küçücük örnek bile hisse sahiplerinin karlarını her şeyin üzerinde tuttuklarının ve sosyal sorumluluk konusunu umursamamayı veya “devlete” bırakmayı tercih ettiklerinin göstergesidir.
“Şirket sosyal sorumluluğu yasal değildir, en azından samimi olduğu sürece.” (filmden)
Şirket Yalanları ve Reklamlar
“Sorun ürünlerin daha iyi veya kötü olması değil. Sorun, çocukların ürünleri almak için yönlendirilmesi” diyen belgesel, şirketlerin, çocukların bilinçsiz bir tüketiciye dönüşmesi hatta tüketime bağımlı kılınmaları için bilim insanlarını ve “bilimsel” araştırmaları kullanmaktan çekinmediklerini gösteriyor.
“Çocuklar küçük yetişkinler değildirler, akılları gelişmemiştir. Ve olan şudur, pazarlamacılar onların zayıflıkları üzerinde oynamaktadırlar. Bugün çocukların maruz bırakıldığı reklamlar, psikologlar tarafından bilenmekte ve medya teknolojisi ile güçlendirilmektedir.” (filmden)
Ailelerin, çocuklarını “korumak” için milyarlarca dolar harcayan reklam endüstrisi ile başa çıkamayacağını ifade eden belgesel, şirketler tarafından çocukların geleceğin yetişkin tüketicisi olarak görüldüğünü, onları küçükken “ele geçirmek” için ellerinden geleni yaptıklarını iddia eder ve bu alanda şirketlerle çalışan bilim insanlarına sorar. “Yani esasında bu çocukları yönlendiriyorsunuz. Bu etik mi?”
“Kurnaz pazarlamacılar para kazanmak konusunda her yola başvuruyor. Bir AVM zinciri, hamile annelerin alışverişe uzun zaman ayırdıklarını gördü ve bu kadınlar üzerinde “çalışmanın” potansiyelini değerlendirmeye karar verdi. Bu AVM zinciri, ilk olarak kıyafet satılan bütün noktalara Johnson&Johnson marka bebek kolonyaları püskürtmeye başladı. Sonra yiyecek-içecek kısımlarına kiraz kokusu sıkıldı. Daha sonra, hamile kadınların kendi bebeklik dönemlerine ait huzur verici hafif müzik parçaları çalmaya başladı. Bu deneyin başlamasından bir yıl sonra şirkete, annelerden mektuplar gelmeye başladı. Anneler, söz konusu AVM’ye ait mağazaların, yeni doğan bebekleri üzerindeki sihirli etkilerini anlatıyordu. Bu mağazalara girdikleri anda bebekler ağlıyor veya huzursuzluk ediyorlarsa derhal sakinleşiyorlar ve hemen huzur buluyorlardı. Kadınların çoğunluğu bu durumu yaşadığını söylüyordu. Böylece, o AVM’lere alışık yeni bir tüketici kitlesi yaratmışlardı.” (Martin Lindstrom, Brandwashed)
Annelerin hamilelikleri boyunca yediği yemekler, dinlediği müzikler veya duyduğu kokular gibi birçok şeyin ceninleri de etkilediğini bilen şirketlerin, bu “korkunç” silahı kullanmalarının ne kadar vahim olduğunu fark etmemek mümkün mü? Bilimsel araştırmalar şirketler tarafından kendi çıkarları için kullanılmakta, zevklerimizi, beğenilerimizi, neyi seveceğimizi, neyi yiyeceğimizi, neyi giyeceğimizi, nereye gideceğimizi şirketler belirlemektedir.
“Bir şirket, çocukların tercilerinin yetişkinlikteki satın alma alışkanlıklarını inceledi. Yetişkinlerin ve çocukların çoğunluğun özellikle yiyecek, içecek, sağlık ve tüketim ürünleri satın alırken küçüklüklerinden hatırladıkları markaları tercih ettiklerini buldu. Şirketlerin ve pazarlama ekiplerinin bunu bilmediğini, gençlere ve çocuklara yönelik aktif pazarlama faaliyeti yapmadığını sanıyorsanız, bir daha düşünün derim. Pazarlamacıların ve reklamcıların, bu genç ve etkiye açık tüketicilere yönelik, onları ömür boyu müşterileri yapmayı amaçlayan bir yığın numarası var.” (Martin Lindstrom, Brandwashed)
Şirketlerin tek amacı karlarını artırmaktır ve bunun sonu yoktur yani bir şirket elde ettiği kazancı asla yeterli bulmaz. Çocukları, “istemedikleri malların tamamen bilinçsiz tüketicisi haline getirmeye” çalışan şirketlerin, yapay “istekler” yarattıklarını ve amaçlarının “birbirlerinden ilgisini tamamen kesmiş bireyler” oluşturmak olduğunu iddia eden belgesel şöyle diyor. “Halkla ilişkiler ve reklamcılık dev bir endüstri ve bunlar, insanları bebeklikten itibaren istenen kalıba sokmak için tasarlanmış.”
“Şirketler herhangi bir ürün değil yaşam tarzı satarlar. Algı yönetimi çok ilginç bir kavramdır. Şirketler kendilerini pazarlıyorlar, egemenliklerini pazarlıyorlar, hükümdarlıklarını pazarlıyorlar ve kendi imajlarını yaratıyorlar.” (filmden)
Naomi Klein, No Logo isimli kitabında şirketlerin nasıl markaya dönüştüğünü ayrıntılarıyla anlatır. Günümüzde, milli takımlardan kulüplere, bireysel sporculardan sosyal medya fenomenlerine, film festivallerinden müzik konserlerine hatta sıradan insanlara kadar hemen herkes şirketlerin “markalarını” taşımakta ve bundan gurur duymaktadır. Ülkemizin milli takımının forması üzerinde bile milli unsurlardan daha fazla şirket logosu yer almaktadır. Sevdiğimiz birinin konserine gittiğimizde, sahnenin şirket görselleriyle doldurulduğu, TV’de bir tartışma programı ve dizi izlemek istediğimizde reklamlara ayrılan sürenin daha fazla olduğunu görürüz. Gazeteler veya dergiler özgün içerikten çok reklam yayınlar. Şirketlerin, “ürün değil marka anlamı” ürettiğini iddia eden belgesel bu durumu “işgalci bir proje” olarak tanımlıyor.
“Neo-liberalizm günümüzün belirleyici politik, ekonomik paradigmasıdır ve azınlığın özel çıkarları doğrultusunda, kişisel kârlarını en yüksek düzeye çıkarmak için toplumsal yaşamın olabildiğince büyük kesimini denetim altında tutmasına el veren politikalara ve işlemlere tekabül eder. Bu partiler ve uyguladıkları siyasalar, son derece varlıklı yatırımcıların ve toplam sayılan binden az olan büyük şirketlerin kısa vadeli çıkarlarını temsil eder. Şirketler çoğunlukla ikiyüzlüdür. Hem hükümetin vergilerden edindiği gelirin kendilerine akıtmasını isterler hem de kendilerinden vergi talep edilmeyeceğini güvence altına almak isterler.” (Noam Chomsky)
Kapitalizm, insanlar arasındaki bütün ilişki biçimlerini paraya indirgemiş ve tüm ilişkileri “ticari” hale getirmiştir. Ne var ki, küçük bir azınlığa aslında hiç de ihtiyacı olmayan ürünleri pazarlarken çoğunluğun açlık ve sefalet içinde yaşamaya çalışmasını ve dünyadaki servetin yarısından çoğunun yalnızca 8 kişinin elinde bulunmasını umursamaz.
“İnsanları ve kaynakları tatmin olmaz bir özel kar ve ebedi birikim hırsıyla yönlendiren yeni bir sınıf doğuyor. Bu yeni sınıf, şirketlerin yöneticileri, küreselleşen bürokratlar, politikacılar ve profesyoneller ile tüketici elitlerden oluşan “Uluslaraşırı Kapitalist Sınıf’tır.” (Peter Phillips, Dev Şirketler)
Bu sınıfın, sonu gelmeyecek kar hırsının insanları, hayvanları ve doğayı yok oluşa sürüklemesine karşın “büyümenin” kendi başına, küresel yoksulluğu, kitlesel eşitsizliği ve çevresel yıkımı alt edeceği ortak inancı yoluyla kendisini yeniden ürettiğini söyleyen Peter Phillips, “Milyonlar açlık çekerken bu finansal elitler, gıda maddeleri ve tarım alanlarının artan maliyeti üzerinden spekülasyonlar da dâhil, her yolu deneyerek trilyonlarca doların getirisini artırma derdindedir” demektedir.
“Altı büyük küresel medya kuruluşu, şirketleşmiş kapitalizm için sürekli ideolojik destek sağlayarak servetin süregiden yoğunlaşmasını ve artan eşitsizliği sorgulayan enformasyonu azaltır ya da ayıklar. Biz insan düşüncesini her yönüyle kontrol etmeyi gözeten, sürekli tüketimi ve uyumluluğu öne çıkaran bir medya sistemine sahibiz. Bugün bu şirketleşmiş medyadan yayılan hâkim ideolojik mesaj, süregiden ekonomik büyümenin bütün insanlığın çıkarına damlalar üreteceği ve gezegenimizi kurtaracağı mesajıdır.” (Peter Phillips, Dev Şirketler)
Dünyanın toplam zenginliğinin yaklaşık 250 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Bunun yaklaşık üçte ikisini ABD ve Avrupa elinde bulundururken, dünya nüfusunun %80’i günde 10 dolardan az bir gelirle yaşamaktadır. Dünyada her 9 kişiden 1’i yatağa aç girmekte ve kronik açlık çekmektedir. Ayrıca her 3 kişiden 1’i kötü beslenmekte, her gün 25 bin, her yıl 9 milyondan fazla insan açlıktan ve kötü beslenmeden dolayı ölürken bunun 3 milyonunu 5 yaş altı çocuklar oluşturmaktadır. Kronik açlık ise bir bölüşüm sorunundan yani birileri gereğinden fazla yediği ve israf ettiğinden kaynaklanmaktadır ve kapitalizmin -medya yalanlarının aksine- bu durumu “düzeltmek” gibi bir derdi yoktur.
“Reklam veren güçlü şirketlere uyan küresel medya kuruluşları tarafından bilginin filtre edildiği bu dünya ekonomisinde kamunun bilme hakkını kim koruyacak? Ve bilinçli seçme hakkımızı korumak için ne bedel ödeyeceğiz?” (filmden)
Kötülüğün Sıradanlığı
Belgesel, bir borsa komisyoncusunun, “Size dürüst olacağım. 11 Eylül olduğunda, o binada olmayanların ve altın almış olanların ilk düşündüğü şey altının ne kadar yükseldiği olmuştur. Aklıma ilk gelen, “altın patlamıştır” oldu. Hepimiz için büyük şanstı çünkü müşterilerimiz altın almıştı. Böylece paralarını ikiye katladılar. Kılık değiştirmiş bir nimetti” sözlerini ekrana getiriyor.
“Amerika Irak’ı bombaladığında petrolün varil fiyatı 13 dolardan 40 dolara yükseldi. Hepimiz heyecanlanmıştık. Saddam’ın gerçekten sorun yaratmasını istiyorduk. Yapacağın neyse yap, biraz daha petrol kuyusu yak diyorduk çünkü fiyatlar yükselecekti. Her borsacı bu şarkıyı söylüyordu, bu konuda heyecanlanmayan bir tek borsacı yoktu.” (filmden)
“Korunmuş zenginliğin yoğunlaşmasının insanlık krizine yol açtığını” iddia eden Peter Phillips, yoksulluk, savaş, açlık, kitlesel yabancılaşma, medya propagandası ve çevre felaketinin türümüzü tehdit eden bir seviyeye eriştiğini iddia eder. Ve bunu gizlemek isteyen şirketlerin, servetin korunması için özel askeri/güvenlik şirketlerini giderek daha fazla kullandığını, sermayeyi garantili bir getiri için kullanma yöntemi olarak “savaşa” yatırım yaptığını gözler önüne serer.
“Özellikle 11 Eylül’den beri, ABD’nin politika elitleri ağırlıklı olarak dünya çapında direnişçi -tipik olarak “terörist” denen- gruplara karşı şiddetli bir savaş yürüten Amerikan İmparatorluğunun askeri gücünü destekleme konusunda işbirliği içindedir. Bu terör savaşı gerçekte terörü bastırmaktan çok uluslaraşırı küreselleşmeyi, finans kapitalin dünya çapında özgürce akışını, dolar hegemonyasını ve petrol kaynaklarını korumaya yöneliktir.” (Peter Phillips, Dev Şirketler)
Batı kapitalizminin, gezegenin her zerresini özel mülkiyet haline getirdiğini, bu da yetmeyince okyanuslara el attığını, insanların, hayvanların, bitkilerin ve tohumların patentini alarak tekel oluşturduğunu iddia eden belgesel, bu zenginliği yaratanın özel mülkiyet olduğunu söyleyenlere şu yanıtı veriyor. “Bu zenginliğin yaratılması değildir. Bu zenginliğin gasp edilmesidir.”
“Avrupa’da faşizm, dev şirketlerin desteğinde yükseldi. Mussolini’ye herkes hayrandı, iş dünyası onu sevdi, yatırımlar patladı. Hitler geldiğinde Almanya’da da aynı şey oldu. Almanya’da yatırım patladı. Faşizm, iş gücünü kontrol altına aldı, tehlikeli sol kanat unsurlarını tasfiye etti ve yatırım fırsatlarını düzeltti. Sorun kalmamıştı.” (filmden)
Belgesel ilerleyen sahnelerde, bir şirket patronunun sözlerine de yer veriyor. İş için gittiği bir kasabada konaklamak zorunda kalan bu patron, kaldığı otelin önünden akan nehirden gelen ağır bir kokuyla uyandığını söyler. Nehrin bu denli kirli olmasının nedeninin, kâğıt fabrikasının gece olunca atıklarını nehre boşaltmasından kaynaklandığını öğrenir. “Ben de iş hayatındaydım. Kâğıt fabrikalarına petrol sattım. Tüm sahiplerini tanıdım. Fabrikanın hiçbir ilgilisinin nehrin kirlenmesini istemediğini biliyordum ama işte, nehir kirletiliyordu. Zenginlik ve refah arayışımızda bizi yok edecek bir kıyamet makinası yaratmıştık.”
“Çevre koşulları söz konusu olunca şirket yöneticilerinin çok sesleri çıkmaz Gözleri sadece kazanacakları parayı görür. Çevreyi düşündükleri zamanlar olur ama yani ah ah, vah vah gibidir yani aşağıda Peru’da bir kasaba kirletiliyormuş derler ama hızla uçup gider. Gerçekten geçici bir andır.” (filmden)
“Bir ürün sürdürülebilir olarak yapılamıyorsa hiç yapılmamalı” diyen söz konusu patron, “şirketlerin çalışma yönteminin yağmacılık olduğunu ve bunun da yeryüzündeki her varlığa ait olan bir şeyi çalmaktan” farksız olduğunu söyler ve ekler. “Kendime dedim ki, bunun yasa dışı olduğu gün gelmeli. Bir gün, benim gibiler hapsi boylayacak.”
“Tekrar ve tekrar sorunu yaşıyoruz yasayı dinleyip dinlememeniz bir maliyet sorunu. Eğer yakalanmama ihtimali varsa ve cezalar, yasaya uyma maliyetinden az ise insanlar bunu sadece bir işletme zararı olarak düşünüyor.” (filmden)
Şirket suçlarının bir listesini veren belgesel, sadece son on yılda federal hükümeti dolandıran, çevre suçlarından mahkûm olan, yasadışı ihracat yapan, gıda ve ilaç kurallarına aykırı davranan, anti-tekel yasalarını ihlal eden şirketleri sıralıyor ancak para cezası ödeyerek bu suçlardan kurtulduklarını ve faaliyetlerini sürdürdüğünü ifşa ediyor. “Yakın tarihli bir Amerikan Hazine raporu belirtiyor ki, sadece bir hafta içinde terörist diktatör ve despot yönetimler dâhil olmak üzere Birleşik Devletler’in resmi düşmanları ile ticaret yapmaktan 57 Amerikan şirketi cezalandırıldı.”
“Davalının kendisini bir insan olarak değil de sadece bir görevli olarak hareket etmesine, bu görevde kendisinin yerine kuşkusuz başka birisinin de olabileceğine dayanarak savunması, sadece kendisinden bekleneni yaptığını, bu suçu bir başkasının değil de kendisinin işlemesinin rastlantıdan ibaret olduğunu, zira öyle veya böyle birinin bunu yapması gerektiğini öne sürmesine benzer.” (Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı)
Yahudi soykırımının sorumlusu olarak görülen Adolf Eichmann’ın duruşmalarını izleyen Hannah Arendt, Eichmann’ın bir canavar değil de kendisine verilen emirleri uygulayan sıradan bir insan olarak savunma yapması karşısında “kötülüğün sıradanlığı” kitabını yazar. Yahudilerden nefret ettiği için değil de meşru yöneticilerin emirlerine uyduğunu, kendisi olmasaydı başkasının o işi yapacağını ve kimsenin ölmesini istemediğini söyleyen Eichmann’ın sözleri “kötülüğün sıradanlığının” kanıtı olmuştur. Kapitalizm de, her birimizi gezegenin yok olması, doğanın yağmalanması, hayvanların metalaştırılması ve insanların sömürülmesi gibi konularda suç ortağı haline getirmeyi başarmıştır. Ve herkes suç ortağı olduğu ve kendisinin de benzer şekilde suçlanacağı ihtimalini bildiği için başkalarını suçlamaktan kaçınmaktadır.
Sonuç
“İlk uçma denemelerinden hareketle bir benzetme yaparsak, çok yüksek bir uçurumdan uçağı ile atlayan kanatlarını çırpan zavallı adamlar uçtuklarını zannederken aslında serbest düşmektedir ancak henüz bunu bilmezler çünkü yer çok uzaktadır.” (filmden)
“Uygarlığımız da bu durumdadır. Uygarlığımız uçmuyor çünkü sömürüye dayalı bir uygarlık uçamaz. Ve tabii, yer hala çok uzaktadır ve uçtuğumuzu düşünürüz oysa dünyadaki her sistem çöküştedir” diyen belgesel, üretilen her nesne için yeryüzünün yağmalandığını gözler önüne seriyor. “Daha doğmamış kuşaklara korkunç bir zehir ve çevre tahribatı mirası bırakıyoruz.”
“Yapmamız gereken, bu canavarı yaratan sistemin köklerine bakmak ve onları kimin sorumlu tutabileceğini düşünmektir. Büyük resmi ve yaptığımız şeyin sorumluluğunu üzerinde durup düşünmeliyiz. Sonuçta ortak eylemlerimizin ve dünyaya verdiğimiz zararın sorumluluğunu bireyler olarak kabul etmek zorundayız.” (filmden)
“Kendi hükümetlerinden korktuklarını söyleyen insanlar gerçekten anlarlar ki, kendi hükümetlerine katılma izinleri vardır şirketlerin yaptığı hiç bir şeye katılmalarına izin yoktur” diyen belgesel, “Hükümetten korkmayın, korkmayacağınız bir hükümet olması için çalışın” diyor ve milyonlarca insan, futbola ayırdığı kadar demokrasi, eşitlik ve dayanışma için çaba gösterse “hükümetimiz halkın kontrolünde olur şirketlerin değil” diyerek umursamazlığımızı yüzümüze vuruyor.
“Eğer insanlar sorunlar için mücadele ederse, özelleştirilen her şeyi yani şirketlerin elindeki her şeyi halka geri verebiliriz. Çocuklarımızın geleceğini gerçekten karanlık görüyorum ancak halkın coşkusuna ve isyan gücüne güveniyorum. Hükümeti değiştirebiliriz. Halk birleştiğinde, asla yenilmez.” (filmden)
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay