BAZEN DİBE VURMADAN YÜKSELEMEZSİN!
Yeni nesil Batman serisini sevenlerin de, seriden haz etmeyenlerin de neredeyse buluştuğu bir nokta var! O da Nolan’ın yaptığını belki de başka hiçbir yönetmenin yapamayacak oluşu! Peki, nedir Nolan’ı bu kadar özel kılan? Gerçekten de gereğinden fazla abartılan bir yönetmen mi yoksa iddia edildiği gibi kendi jenerasyonunun en iyisi mi?
Astronomik oranda Lewis Carroll etkilenimi olan, Gothic ve Amerika kelimelerinin kısaltması Gotham gibisinden, çizgi roman dünyasının en uçuk şehirlerinden birine sahip olan, her biri kendi takıntılı suç motivasyonuna sahip birbirinden psikopat kötülerin, kent sakinlerinin başına ekşimekten kaçınmadığı bir dünyayı; günümüz metropollerinden birine indirgemek, bunu yaparken de, hem kahramanın gerçek bir kahraman hem de kötülerin, gerçekten yaşayan psikopatlar olabileceğine bizi inandırmaya çalışmak, neresinden bakarsanız bakın külfetli bir iş (ben ve benim sinir bozan gereğinden uzun cümlelerim).
Gariptir, ilk başta Nolan’ı topa tutacak kitlenin, çizgi serinin kronik hayranları olacağını düşünsek de, beklenen eleştiri bombardımanı gerçekleşmedi. Joel Schumacher’ın filmleri sebebi ile beyazperdede ciddiyetini yitirmiş bir serinin üzerindeki tozu silkmek ve ona daha önce kimsenin cesaret edemeyeceği bir şekilde hayat öpücüğü kondurmak da kolay iş olmasa gerek. Üstelik kolektif hafızalarda hali hazırda Tim Burton’ın Batman serisi yer işgal ediyorken…
Öyle ya da böyle, Nolan sadece bir çizgi öykünün izleyici tarafından fazlasıyla ciddiye alınmasını sağlamakla kalmadı, genel olarak yeni nesil yönetmenlerin de bu konsepte eğilimini değiştirmiş oldu. Her ne kadar filmlerini doğrudan birer eğlence sineması ürünü olarak adlandıramasak da… Nolan’a dair en çok işitilen eleştiri ise, sinemayı tamamen bilim adamı mantığı ile ele alması kuşkusuz. Kabaca Nolan mahsullerinin üzerine bir tutam Spielberg serpilebilme olanağı olsaydı, hem hareket kabiliyeti daha geniş hem de eğlence kat sayısı daha yüksek filmler izleme imkanımız olabilirdi.
Christopher Nolan üzerine bu kadar ahkam kestikten sonra, Batman serisinin son halkası olan The Dark Knight Rises’a direksiyon kırabiliriz rahatlıkla.
Bir önceki filmin yükünü sırtında taşıyan bir film var karşımızda. The Dark Knight’ı –büyük oranda Heath Ledger’ın unutulmaz performansından dolayı- doruk noktası olarak görenler için, serinin üçüncü halkasının seyirci üzerindeki reaksiyonu oldukça kritik. İlerleyen yıllarda da, daha ziyade kötü karakterleri ile hatırlanacak olan serinin kıyas noktası da kuşkusuz “Bane mi daha üstün yoksa Joker mi?” mi sorusu olacaktır. Halbuki The Dark Knight Rises, çok karakterlilik açısından, serinin diğer filmlerinin birkaç adım önünde olsa da, karakterleri film içerisine dengeli bir biçimde dağıttığı için, kuşkusuz ilerleyen zamanlarda daha farklı bir şekilde değerlendirilecektir.
Knightfall, Broken Bat, No Man’s Land ve The Dark Knight Rises serilerini kendisine kaynak alan film, elbette bu serilerin Nolan usulü harmanı ile beyazperdeye aks ediyor. Daha önce Schumacher’ın filmlerinde, sıradan bir sokak suçlusuyken, bedenine nitro zerk edilen moron bir kötü karakter olarak üstün kötü bir biçimde işlenen Bane için, her ne kadar Batman serilerinde farklı varyasyonlara sahip olsa da Nolan’ın izlediği yol daha çok Knightfall rotasını izliyor. Elbette vücuduna aşırı miktarda nitro bulunan ve her nefesi kâbusa dönüşen bir Bane görme hayaline şimdiden elveda diyebilirsiniz. Nitekim Bane, o bilindik Nolan eleğinden geçmiş bir halde çıkıyor izleyicinin karşısına. (akıl, mantık, vesaire)
En önemli referans noktalarından biri olduğunu düşündüğüm Micheal Mann etkisini, Nolan filmlerinde en fazla açılış sahnelerinde hissediyoruz. Özellikle The Dark Knight’da bu yönelimine iyiden iyiye inandığımız Nolan, The Dark Knight Rises’ta da benzer lezzette bir girizgah ile çıkıyor karşımıza. Ön yargısı ne ölçüde olursa olsun seyircinin gardını düşürecek güçte hamleler bunlar kuşkusuz. Son birkaç yıl içerisinde izlediğimiz en başarılı açılış sahnelerinden de biri kuşkusuz.
Gel gelelim en uzun soluklu Batman serilerinden birini, üstelik bu kadar çok karakterle beyazperdeye aktarabilmek pek de kolay iş değil. 164 dakikalık sürenin bile, bu kadar olayı anlatmak için yeterli olamayacağı açık. Üstelik Bruce Wayne’in sevdiceği Rachel’ın ölümü üzerine insanlardan uzaklaşarak, Wayne Malikânesinin en ücra köşesine çekilmesi ve Bane’in Gotham’ın başına ekşimesini fırsat bilip yeniden çatılarda dolanmaya başlaması gibisinden, çizgi serinin haricindeki kısımlara da eğilme zorunluluğu var. Liste kabardıkça, ortaya toparlanması zor bir hikâye çıkıyor ister istemez.
Hem karakter bazında hem de kronolojik olay örgüsündeki bu kalabalıklık, ister istemez kurgusal hatalara gark ediyor. Öyle ki Nolan gibisinden bir kurgu ustasının bile gerekli illüzyonu sağlayamayacağı hatalar çıkabiliyor karşımıza. Yine de serinin ikinci filmi ile Batman’e neredeyse efsanevi bir ruh kazandıran Nolan’ın, seyirciye karşı sorumluluklarını yerine getirebilmek için fazlasıyla çabaladığını hissetmemek elde değil.
Diğer taraftan serinin önceki filmleriyle kıyaslandığında belli başlı üstünlükleri olduğunu bile iddia edebilmek mümkün. Christian Bale’in Bruce Wayne yorumuna bir türlü ısınamamış biri olarak; ilk defa gerçekten Bruce Wayne olduğuna inandığım bir Bale izlediğimi söyleyebilirim. Üstelik perdeyi dolduran Bane’in (genel anlamda kötünün) gölgesinde kalmayan bir Batman var karşımızda! Geri döndüğü için hem Gotham halkını hem de izleyiciyi heyecanlandıracak bir Batman…
Tom Hardy’nin Bane’i de şimdiden sinema tarihinin en fiyakalı kötüleri arasına girebilir. Özellikle Bronson’daki performansı ile üst düzey bir psikopat karakter canlandırma konusunda rüştünü ispatlamış olan Hardy; Nolan’ı da bu filmdeki performansı ile etkilemiş. İsmi açıklandığı ilk günden beri Batman hayranlarının burun kıvırdığı Anne Hathaway’in Catwoman güzellemesi ile genel kanının aksine oldukça başarılı. Elbette ki perdede Michelle Pfieffer kabilinde ulta fetiş bir Catwoman arayanlar, kuşkusuz karalama kampanyalarına devam edeceklerdir. Nolan’ın Catwoman’a dair kaynak noktaları ise, kuşkusuz Leslie H. Martinson imzalı 1966 yapımı Batman’de Lee Meriwether suretinde gözüken Catwoman çeşitlemesi ve tabi Hodgkin’in yorumlarından da izler taşıyor.
Michael Caine’in Alfred güzellemesi için ne çeşit bir yorum yapsak da yetersiz olacaktır. Yeni Batman serisinde, eskisi gibi her taşın altından çıkma gibisinden fantastik yeteneklere sahip olmasa da, Wayne için kelimenin tam anlamı ile baba figürü olmayı başarabilen Alfred’in, serinin finalindeki konumu ise oldukça kritik ve trajik. Gary Oldman’ın bilindik kalitedeki performansı ile son defa taçlandırdığı Dedektif Gordon ise, serinin her filmi ile artan sorumluluğu sebebi ile üzerine en fazla yük binen karakterlerden biri.
HER SON, YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Kara Şövalye Yükseliyor, Christopher Nolan yorumu ile izleme şansı bulacağımız son film kuşkusuz. Tabi onun Batman serisine getirdiği katı gerçekçilik ve detaycılık, alternatif yorumların da peydah olmasını sağladı. Örneğin Batman Arkham Asylum ya da Arkham City gibi bilgisayar oyunları, hem Burton’un yorumu kadar karanlık hem de Nolan’ınki kadar metropolik ve gerçekçi olmayı başarabildi. Bu açıdan serinin ruhunu diri tutan bu video oyunlarının, bir sonraki adımda beyazperdede izlenecek olası Batman rotalarını işaret ettiklerini söyleyebiliriz. Kaldı ki bir Batmansever olarak, çizgi romanın tonuna en fazla yaklaşan mahsullerin bu bilgisayar oyunu ikilemesi olduğunu iddia edebilirim.
Kara Şövalye Yükseliyor, detayları tırtık tırtık eden bir Batman serisinin son halkası. Tabi eksiden ziyade “eksiklikleri” olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Her filmde öncelikli amacı karakterlere yaklaşmak olan Nolan, kuşkusuz öncelikli olarak karakter odaklı bir dedektif hikâyesi ve bu hikâyeyi birbirinden etkileyici “an”lar ile bezeyen kaliteli bir sinemasal ürün çıkardı ortaya. Her ne kadar lezzetli kovalamaca sahnelerine imza atsa da, Batman’i hiçbir zaman zengin koreografili bir dövüş sahnesinin ortasında göremedik (ilk filmdeki Ra’s Al Ghul düellosunu işin dışında tutabiliriz). Tamam, belki Micheal Keaton’ı kıskandıracak alternatif oyuncakları fazlasıyla gözümüzü boyadı ama bu yeni Batman’i ne gölgelerden yükselirken, ne de enim konum adam pataklarken gördük.
Söz konusu Kara Şövalye Yükseliyor olunca, filmin müzikleri için ayrı bir paragraf açmadan olmaz. Hans Zimmer’ın insanın tüylerini diken diken eden notaları, üçüncü filmde de filmin doruk noktalarının işitsel lezzetini arttırıyor. Zimmer ile paslaşma konusunda ustalaşmış olan Nolan, o meşhur “an”larda, Zimmer’ın becerilerinden en üst düzeyde faydalanıyor. Hollywood’un içinde bulunduğu sinemasal kuraklık göz önünde bulundurulursa, hafızalarımıza kazınan birkaç düzine etkileyici “an”ın bile çölde vaha olduğu söylenebilir. Zimmer’da bu vahanın renk paletini genişleten bir etmen.
Son yıllarda karşımıza çıkan en önemli serilerden biri de bu şekilde son bulmuş oldu. Nolan’ın sinemaya yaklaşımı ya da filmlerini bir çeşit propaganda aracına çevirip çevirmediği, önümüzdeki yıllarda da çok tartışılacak, yazılacak, çizilecek. Fakat Nolan’a getirilen eleştiriler ne yönde olursa olsun, yeni nesil Batman serisi, izleyicisini ciddiye alan ve izleyicinin “abartılarını” karşılayan bir seri olarak anılacak.
“Hardy; Nolan’ı da bu filmdeki performansı ile etkilemiş”
YANLIŞ bu soru kendisine sorulduğunda o filmi izlemediği haliyle ordaki performansını görmediğini, kendisini Rocknrolla’daki performansıyla değerlendirdiğini söylemiştir.
Ben de filmin çekim sürecinde çıkan dedikodular sebebi ile yazdım ama az önce Beyazperde’de ben de okudum şu yorumu “- Bane rolünde seyrettiğimiz Tom Hardy, Bronson filmindeki performansı sayesinde kadroya dahil edildiğini sanmış. Oysaki Christopher Nolan, Bronson filmini seyretmemiş; Hardy’yi Rock’n Rolla filmindeki performansı sonrası kadroya almış. “