“Hey martı! Git ve onlara beni kurtarmalarını söyle! Eğer bunu yaparsan bir daha asla kuşları öldürmem!”
İster uçsuz bucaksız bir okyanus olsun, isterse hepi topu iki metreye yarım metre ebatlarında ahşap bir tabut… Ana karakterin tek başına yaşam mücadelesi verdiği ve kendi kıstırılmışlığının pençesine izleyiciyi de çekmeyi başardığı mekânsal gerilimler; hem ana akım sinemanın hem de art house yapımların zaman zaman parmak batırmaktan keyif aldığı bir çekiciliğe sahiptir. Bu hikâyeleri çekici kılan en önemli özellikleriyse ya ‘gerçek bir hikâyeden’ yola çıkmaları ya da mockumentary estetiğine abanarak yarattıkları gerçekçilik algısıdır kuşkusuz.
Öteki Sinema için yazan: Fatih Yürür
Baltasar Kormakur, adını uluslararası arenaya 2000 tarihli 101 Reykjavik ile duyurmuştu hatırlarsanız. İlk filmiyle kazandığı başarının ardından da İzlanda ile Hollywood arasında sık sık mekik dokudu. Genç yönetmen, hayata geçirdiği neredeyse her dolgun bütçeli filmin ardından, vakit kaybetmeden kendi memleketinin yollarını tutup, kişisel projelerine ayıracak vakti yaratabilmesiyle övünedursun; The Deep, kendisinin ‘şimdilik’ son kişisel projesi etiketiyle, fazla gürültü patırtı da koparmadan izleyici dostu yapımlar arasında yerini aldı.
Kormakur, son dönemde özellikle Contraband ve 2 Guns gibisinden, ritmi ölçülü bir biçimde ayarlanmış aksiyon mahsülleriyle karşımıza çıksa da; kişisel projelerinin kartlarını daha ziyade karakter odaklı öyküler üzerine oynamaktan keyif alan bir yönetmen. İşte The Deep, yönetmenin sinemasının bu özelliğinden sonuna kadar nasiplenen bir hayatta kalma mücadelesini perdeye taşıyor gibi gözükse de; aslında bu mücadelenin hemen ardından hem karakterin hem de yakın çevresindeki insanların, kısa sürede yaşadığı değişimi konu alıyor.
Bilim adına hala bir gizem olarak kabul edilen gerçek bir öyküden yola çıkan Kormakur; gücünü yaşanmışlığından alan bu içeriğe, yerinde ve dozunda bir kaç çivi çakarak, ortaya ağır fakat istikrarlı bir biçimde ilerleyen bir yaşamöyküsel film çıkarmış. 1984 yılının Mart ayında batan VE503 numaralı balıkçı teknesinin başına gelen felaketten sağ kurtulduktan sonra, koskoca Kuzey Atlantik Denizi’nde tek başına kalan Gulli; 5 saat boyunca dondurucu suyun içinde yüzerek hayatta kalmayı başarmıştır. Öykünün sadece bu kısmına yüklenmenin doğuracağı kısır sonuçların farkına, yönetmen Kormakur da varmış olacak ki; ekseni çok da kaydırmadan, Gulli’nin anatomik gizemi hakkındaki soru işaretlerine açıklık getirme gibisinden bir çeşni eklemiş filmine…
Bu bağlamda filmi Chris Kentis’in iç bayıcı Open Water felaketinin bir benzerini yaşatmadığı gibi, Ridrigo Cortes’in Buried ile girdiği stratejik riske de girmiyor yönetmen Kormakur. Gulli’nin, ‘yaşama tutunmak’ mevzusunda hayat dersi niteliği taşıyan mücadelesini Danny Boyle’un 127 Saat‘i ile de kıyaslayanlar olacaktır muhtemelen. Nitekim ana karakter Gulli’nin mücadelesi her ne kadar mucize olarak değerlendirilse de, yaşadığı içsel çatışma, Aron Raltson’unki kadar yıpratıcı sonuçlar doğurmuyor!
The Deep, her ne kadar epik bir mücadele gibi görünse de, yönetmen Kormakur bu mücadeleyi olabilecek en yalın biçimde bizlere aktarıyor. Önce VE503 mürettebatını geniş manzaraların kucağına atıyor, daha sonra da Gulli’nin hayatta kalma mücadelesinin yolunu dokuyarak, gazı hafif hafif köklüyor. Fakat bu mücadele sırasında, Cast Away‘in Chuck Noland’ı misali, etrafındaki tek canlı olan martıyla (Gulli’nin Mr Wilson’ı) konuşması, ya da sırtını okyanusa dayayıp aurora yansımalarını seyretmesi dışında, ana karaktere bir adım daha yaklaşabileceğimiz neredeyse bütün yolları kapatıyor Zaten Gulli’nin en büyük korkusu da donarak ölmek değil, boğulmak… En büyük trajedisiyse batan tekneyle birlikte, etrafındaki neredeyse bütün yakın dostlarını da kaybetmiş olması. Dolayısıyla saat saat düşen sıcaklığa rağmen Gulli’nin hayatta kalacağını bilerek başladığımız yolculuk; Kormakur’un hikâyeye kalp masajı maiyetinde eklemlediği, falezlerin dibinde, dalgalara karşı verdiği kısa mücadele ve ardından kırağı bağlamış İzlanda düzlüklerine çıkmasıyla beraber son buluyor. Bu noktada Gulli’nin yıpratıcı fiziksel yolculuğu sona eriyor ve yerini bir çeşit kobay muamelesi gördüğü duygusal yolculuğu alıyor.
Kuzey Atlantik Denizi’nde 6 saat hayatta kalmayı başarması, Gulli’yi bir anda medyanın ve biyofizik profesörlerinin ilgi odağı haline getiriyor. Gulli, bir taraftan bilimin mantıksal tutarlılığına dayanmayan bir öykünün ana karakteri olmaktan duyduğu rahatsızlıkla baş etmeye çalışırken; diğer taraftan da en yakın arkadaşlarından biri olan Pali’nin ailesini teselli etme isteğiyle yanıp tutuşuyor.
Sonuçta bilim kanadı, Gulli’nin olağanüstü metabolizmasının soru işaretlerini akla en yatkın çıkarımlarla doldurmaya çalışıyor. Yani Gulli, biyofizik profesörlerinin uydurduğu kılıfa göre, vücudundaki yağı hapsetmeyi bir şekilde başarabildiği için, soğuğu izole etmek gibisinden, anatomisinin sunduğu garip bir avantaj sayesinde hayatta kalmayı başarmış oluyor. Yine de bu açıklamaları, kendisinin bir çeşit biyofizik bilmecesi haline gelmesini engellemiyor. Bu durumda en yakın arkadaşının oğlunun sorduğu ‘sen bir deniz canavarı mısın?’ sorusu bile manidar bir hale geliyor neredeyse!
Kormakur’un, ‘doğup büyüdüğüm coğrafyadan hikayeler’ serisinin şimdilik son halkası olan The Deep; özellikle Gulli’nin okyanusun kara kalbini deşme kısmında, izleyicide emsallerinin uyandırdığı etkiyi tam olarak uyandıramıyor belki ama, onların düştüğü tuzaklara da düşmüyor. Son tahlilde Kormakur, 30 senelik gizemli bir bilmeceyi, temiz bir görsel işçilik, balansı pek fazla şaşmayan bir öyküyle kotarmayı başarıyor.
The Deep Trailer