“Karanlık, ışıklar sönünce olur sanma. Aşağısı zifiri karanlıktır. Susuz kalabilirsin, yönünü kaybedebilirsin. Klostrofobi, panik atak, halüsinasyon, görsel ve duyusal bozulmalar…”
Neil Marshall’ın ‘askerler kurtadamlara karşı’ konseptli kült filmi Dog Soldiers‘tan 3 yıl sonraki marifeti The Descent, birçok açıdan ilkinin kardeş filmi gibi. ‘Dog Soldiers’ 6 erkek, bir ev, çokça silahtan bahsederken, diğerinin ise 6 kadın, bir mağara ve çokça acıdan bahsetmesi bunu kanıtlar nitelikte. Fakat aradaki farkı ortaya koyan ‘acı’ kelimesinin iki filmi kesin çizgilerle ayırdığı söylenebilir.
“Bir grup insan macera peşinde koşar, medeniyetten uzak yerlerde başlarına olmadık işler gelir, filmdeki kötülük de bir süre sonra arz-ı endam eder” sınırlarında dolaşan hikâye, ilk bakışta basit hatta klişe deyimlerine yakın duruyor. İşin içine filmin henüz başındaki trajik kazayı, kızlardan birinin kendi adrenalin tutkusu yüzünden grubu tehlikeye atmasını katarsanız, yaşadığınız dejavu hissinin artması muhtemel. Ama karşımızdaki film tüm bu basit olay örgüsüne rağmen o kadar büyük bir rastlanmamışlık duygusu barındırıyor ki takdir etmemek imkânsız.
The Descent hakkında yaptığı “Deliverance yer altına iniyor” benzetmesini kanıtlar nitelikte kahramanlarını rafting yaparak gösteren bir açılış planıyla işe başlayan Marshall, ilk saygı duruşunu da böylece yapmış oluyor. Arka arkaya sıraladığı muazzam kaza ve hastane sahnelerinden sonra, filmin yaklaşık 80 dakikasında içinde olacağımız mağaraya indiğimizde ise nasıl bir teknik başarıyla karşı karşıya olduğumuz iyice ortaya çıkıyor. Bizi de karakterleriyle birlikte derin bir karanlığın içine gömen yönetmen, sadece kask ışıkları, meşale ve işaret fişekleriyle müthiş bir görsel atmosfer yaratırken; kırmızı, yeşil ve sarının bütün tonlarını dar tünellerin boğuculuğuyla birleştiriyor. Öyle ki daha şiddetin ortaya çıkmadığı dakikalarda bile sadece klostrofobik öğeler insafsızca bir gerilim yaratıyor, kolay unutulmayacak sahneler arka arkaya sıralanıyor. Bunların arasında Sarah’ın tünelde sıkışıp kaldığı sahne özellikle dikkat çekici. Filme fazlasıyla konsantre olmuş ve kendini Sarah ile özdeşleştirmiş olan seyircilerin kısık kısık nefes almaya başlamaları hiç de uzak bir ihtimal değil.
Has bir sinefil olduğunu düşündüğümüz Neil Marshall’ın eskilere olan hayranlığı filmin her anında hissediliyor. Günümüz korku sineması örneklerinden farklı olarak, izleyicilerin zekasına hakaret eden yüksek volümlü müzikler, hızlı kesmeler ve çığrından çıkmış CGI efektleri yok The Descent’ta. Tüm bunların yerini ders verircesine kullanılan jump-moment’lar, David Julyan’ın kötü şeyler olacağını hissettiren müzik çalışması (Ennio Morricone’nin ‘The Thing‘de yaptığı işi ne kadar da çok andırıyor) ve birinci sınıf bir makyaj çalışması alıyor.
Teknik ayrıntılar üzerine bu kadar kafa patlatan bir tür filminin hikâye anlatımında bazı hatalara düşmesi hoş karşılanabilecekken, bu noktada da Neil Marshall’dan itiraz sesleri yükselmesi işi çok değişik boyutlara vardırıyor. Filmin ilk yarısında mağaraya iniş yapan kadınların başlarına gelen olumsuzluklarla tetiklenen bir psikolojik- gerilim, ikinci yarısında ise korku elementlerinin yaratıklar vasıtasıyla zirveye tırmandığı bir korku-gerilim sunuyor bizlere.
Kahramanlarını seksüel objeler değil de sağlam karakterler olarak önümüze sunan Marshall, onların üzerinden korkular hakkında tezlerini sıralamaya başlıyor. Karanlık, sıkışma, düşme, terk edilme, aldatılma ve yüksek stres içerisinde bozulan insan ilişkileri başta olmak üzere zihnin birçok ofansif/defansif içgüdüleri Marshall’ın ilgi alanı içinde. Bu haliyle film “insan zihninin içine yapılmış sembolik bir iniş” olarak da adlandırılmayı hak ediyor.
Son derece basit bir kulvardan hareket edebilecekken zorlu yolu seçen yönetmen, olanları ruhsal yönden en kötü durumdaki Sarah üzerinden sunmayı seçmiş. Sarah, ailesini trafik kazasında kaybetmenin dayanılmaz acısını hala hisseden, kimi zaman sesler duyan, sinirsel çöküntüye her an hazır ve bu küçük mağara macerasını kaldırması en güç olan karakter. Zihnindeki karanlığı peliküle aktarmanın en iyi yolu da bizim görebileceğimiz bir karanlık. Sarah’ın hastane koridorlarında karanlıktan kaçması, mağaradaki yaratıkların zihnin sakladığı şeyleri sembolize etmesi ve filmin sonundaki uzun karanlıktan aydınlığa tırmanma sekansının bilinçaltı-gerçek dünya ayrımına öznel bir bakış sergilediği söylenebilir.
Cinsel kimlikler ve Freudiyen bakış açılarının şekillendirdiği birçok okuma yapılabilecek filmin oyuncu kanadında ise Shauna Mcdonald kırılganlığı, Natalie Mendoza ise ikili duruşu ile ön plana çıkıyor. İlerleyen dakikalarda ikisinin de birer Ellen Ripley vakası haline gelmesi filmin gore dozajını arttırıyor. Mcdonald’ın, kan banyosunun içerisinden bir intikam meleği gibi yükseldiği sahne ise hem Carrie‘nin mezuniyet balosuna hem de Apocalypse Now‘a sağlam bir saygı duruşu niteliğinde… Şunu da belirtmek gerekiyor ki, daha önce baştan aşağı kanlar içerisinde gördüğümüz pek çok aktris için bu sahne bir istifa habercisi olabilir.
Neil Marshall’ın olabildiğince karamsar ve hazin filmi aynı zamanda işinin ehli bir yönetmenin doğuşunu resmileştirdiği için önemli bir yerde duruyor. Tür için bir rönesans niteliğindeki The Descent’ı izleyip, korku filmi tarihinin bir parçası olmanızı hararetle tavsiye ediyoruz.
Fırat Ataç / Beyazperde Sinema Editörü
The Descent icin hic bir lafim yok harika bir film.fakat dog soldires icin ayni seyleri soyliyemiyorum ,dog soldiers in cult lesme mertebesine nasil erisebildiginide anliyabilmis degilim.
iyi bi korku sayılır hakkat