blankKendine has anlatı teknikleri ve iyice yerleşmiş klişeleri ile artık bir alt tür olarak kabul gören buluntu film (found footage) ile aram hiçbir zaman iyi olmadı. Daha gerçekçi olma iddiasıyla yola çıkan buluntu film, evet, bu emeline ulaşmasına ulaşıyordu ama baş dönmesi ve mide bulantısı gibi yan etkileri nedeniyle bana hiçbir zaman çok cazip gelmedi. The Blair Witch Project (1999) sonrası özellikle korku türünün kıyasıya sömürüsüne maruz kalan alt tür dâhilinde onlarca filmle karşılaştık. Bunların birçoğu ucuz maliyet-yüksek gelir denkleminin cazibesine kapılan “ticari tuzak” olarak adlandırılabilecek, sadece maliyet açısından değil her anlamda ucuz filmlerdi. Büyük stüdyoların da yüksek oranda kâr işaret eden denklemin dayanılmaz cazibesinden etkilenmemesi beklenemezdi elbette. Böylece buluntu film, Cloverfield (2008) gibi örneklerle etki alanını genişletip ana akım sinemanın sınırları içerisine girmeyi de başardı. Bugüne kadarki her furyanın, pik yaptığı bir üretim doygunluğuna ulaştıktan sonra yoluna azalan bir ivmeyle devam ettiği malumunuz ki buluntu film furyasının üretim grafiği de farklı bir seyir izlemedi. Nitekim son yıllarda öyle çok fazla örnek ile karşılaşmıyoruz. Tipik bir buluntu film olan The Devil’s Doorway (2018), biraz da bu yüzden ilgimi çekti.

Martin Brennan, Aislinn Clarke ve Michael B. Jackson’ın senaryosunu yazdığı filmin yönetmeni ise Aislinn Clarke ki her birinin ilk uzun metraj deneyimi. The Devil’s Doorway, sırtını insanlık tarihinin utanç verici kurumlarından biri olan Magdalen Çamaşırhaneleri’ne (Magdalene Laundries/Magdalene Asylum) dayıyor. İlki 1758’de Whitechapel’de kurulmuşsa da sonraki yıllarda diğer şehirlere, ülkelere ve hatta kıtalara yayılan çamaşırhanelerin sayısı iyice artmıştı. Kilisenin emriyle kurulan Magdalen Çamaşırhaneleri, rahibelerin işlettiği ve resmen zorla alıkonan genç kızlar ile kadınların güya kefaret için çalıştırıldığı kâr odaklı işletmelerdi. Buralarda fahişeler, evlilik dışı ya da tecavüz sonrası hamile kalan kadınlar gibi kiliseye göre “düşmüş kadınlar” ile öksüz ve aileleri tarafından terkedilmiş çocuklar bulunuyordu. Sonuncusu 1996 yılında kapatılan Magdalen Çamaşırhaneleri, daha önce de birkaç kez sinemaya konu olmuştur ki bunlar arasından eğer izlemediyseniz Peter Mullan’ın 2002 tarihli The Magdalene Sisters’ını mutlaka izleyin seviyesinde tavsiye ederim.

blank

1960 yılında geçen filmde Vatikan tarafından görevlendirilen rahip Thomas Riley ve genç asistanı rahip John Thornton, İrlanda kırsalındaki ıssız bir alana kurulu, yukarıda bahsi geçen çamaşırhanelerden biri olan manastıra gelir. Yanında bir fotoğraf ile birlikte gönderilen imzasız bir mektupta, manastırdaki Meryem Ana heykellerinden birinin kan ağladığına dair bir mucizeden bahsedilmektedir. Rahiplerin görevi iddianın gerçekliğini soruşturmaktır.

Korkuseverler için gayet tanıdık gelecek bir giriş ile başlayan film, sonrasında da farklı korku filmlerinden hatırlanacak çeşitli gelişmeler ve sürprizler ile aslında tahmin etmesi çok da zor olmayan finale doğru kararlı adımlarla ilerliyor. Kamerayı genç rahibin eline vererek olan biteni onun kamerasından izlememiz sağlanıyor. İlk bölümde buluntu filmin bildik birçok numarasından faydalanarak hem başroldeki rahipleri daha iyi tanımamız ve konumlandırmamız sağlanıyor hem de birkaç ‘jump scare’ numarası ile tetikte kalmamız sağlanıyor. Genelde buluntu filmlerin ilk bir saatlik kısmı sessiz sakin geçer ama The Devil’s Doorway, daha ilk dakikalardan itibaren etrafta koşturan hayalet çocuklar ya da gecenin sessizliğini bölen kaynağı belirsiz sesler ile cephanelerini harcamaya başlıyor. Bu da basit bir “hayaletli ev/manastır” filmi izlemeyeceğimizin ilk sinyallerini veriyor.

blank

Görmüş geçirmiş yaşlı rahip, bugüne kadar birçok soruşturmaya katıldığı ve bunların hiçbirinden bir sonuç elde edemediği için artık ömrünün son yıllarında inancını kaybetmeye başlamış, aslında biraz da hayat başta olmak üzere her şeye boş vermiş bir karakter. Genç asistanı ise daha yolun başında olduğu için bir hayli heyecanlı ve mucizenin gerçek olabilme ihtimaline dört elle sarılıyor, hatta gerçek olması ve bunu kanıt olarak kayda alabilmek için yanıp tutuşuyor. Nitekim bütün doğaüstü olaylar ilk başta hep onun başına geliyor (tabii ki bunda kameranın onun elinde olmasının da etkisi var) ama hiçbiri yaşlı rahibi inandırabilmesi için yeterli olmuyor.

Bu inanç hakkındaki görüşleri zıt iki rahip karakterin bir araya gelmesi elbette ki akla korku klasiği The Exorcist’i (1973) getiriyor. Manastırın bodrumuna zincirlenmiş bir halde buldukları 16 yaşındaki hamile kız ile bu bağ daha da güçleniyor ve film, bambaşka bir kulvara giriyor. Ancak filmin sürprizleri bununla sınırlı değil, korku sinemasının birçok klasiğinden faydalanarak birkaç kez daha yön değiştirmeyi yüzünün akıyla başarıyor.

blank

The Devil’s Doorway, buluntu filmleri seven izleyicileri mest edecek bir korku filmi ama alt türe mesafeli olanlar için devamlı sallanan kamera, olan biten her şeyi çerçeve içine dâhil etmeme ve tabii ki canını kurtarmak için kaçarken bile hâlâ kayıt almaya devam etme gibi bilindik handikaplar içeriyor. Yine de benim gibi buluntu filmlerden olabildiğince uzak durmaya çalışan birini bile tavlayacak özelliklere sahip film, Magdalen Çamaşırhaneleri’ni şeytanın yuvası olarak lanetleyen yapısıyla da önemli bir yere konumlanıyor.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Awakening / Öbür Dünyadan (2011)

Öbür Dünyadan, orijinal olmak yerine türün gerekliliklerini yerine getirerek kıymetlenmek
blank

The Shrine (2010)

The Shrine, Knautz’un Jack Brooks Monster Slayer’dan sonra çektiği 2.