The Lucky Ones Died in the Blast!
(Şanslı Olanlar Patlamada Ölenlerdi!)
2011 yılı mahsulü The Divide, Xavier Gens tarafından yönetilmiş olan Almanya / ABD / Kanada ortak yapımı bir film.
1975 doğumlu Fransız yönetmen Xavier Gens ilk uzun metrajı Frontier(s) (2007) ile dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Fransa’da yaşanan sosyal olayların ortasında başlayan film kahramanların şehir dışına çıkmasından sonra 180 derece çark ederek çok sert şiddet sahnelerine ev sahipliği yapan ve birçok korku klasiğine göz kırpan umulmadık bir yöne doğru evriliyordu. Hemen akabinde yönettiği Hitman (2007) ile bu sefer aksiyon sinemasına kayan Gens, şimdi de The Divide ile post apokaliptik bilim kurgunun sularına dalıyor.
Türkiye’deki vizyon ismiyle Mahşer Günü çok etkileyici bir nükleer saldırı sahnesi ile açılır. New York’a düşen bombaların görüntüsü, olan biteni pencereden izleyen Eva’nın gözlerinden verilir. Gözünden akan yaşlara engel olamayan Eva, nişanlısı Sam’in kolundan çekmesiyle binayı panik içerisinde terk etmeye çalışan insanların arasına karışır. Binanın hemen önüne düşmekte olan bir bomba ana kapıyı tehlikeli hale getirince bu sefer herkes içeriye doğru kaçar. Şanslı olan sekiz kişi Mickey’nin kapatmakta olduğu sığınak kapısından içeri girmeyi başarır. Kapı kapandıktan sonra bina sakinleri içeridekiler ve dışarıdakiler diye ikiye bölünür ve filmin ismi ekranda belirir. (The Divide=Bölünme) Bunun yaşanacak ilk bölünme olmadığı daha en baştan altı çizilerek belli edilir.
Bina sorumlusu Mickey böyle bir saldırıyı öngörerek kendince sığınağı uzun süre yaşanacak bir yer haline getirmiştir. Ancak yanına başkalarının geleceğini hesaba katmamıştır. Farklı kişilik özellikleri ile öne çıkan dokuz kişi dış dünyadan haber almadan ve neyi beklediklerini bilmeden, gözleri sığınağın kapısında, sonsuza kadar sürebilecek bir bekleyişin ağında çırpınmaya başlar. (Ey Godot, geldiysen ses ver!) Yemek ve su stokları azalıp umutlar yok olmaya yüz tutunca kapana kısılmış felaketzedeler akıl sağlıklarını yavaş yavaş kaybederler.
The Divide bombaların neden düştüğü veya kimin kimi bombaladığı gibi detaylara fazla girmeden dikkatini başka bir konu üzerinde yoğunlaştırıyor. Jean-Paul Sartre’ın meşhur sözü “cehennem başkalarıdır”ı eksenine alarak insanlığın en büyük düşmanının yine kendisi olduğu fikrinin üzerine kuruyor çatısını. Çeşitli sanatsal enstrümanlar ile birçok kez işlenmiş bilindik bir konusu var aslında. Referans aldığı kaynaklar arasında William Golding’in ölümsüz eseri Lord of the Flies veya The Mist (2007) gibi örnekler gösterilebilir.
Filmin en etkileyici yönlerinden birinin oyuncu kadrosunun ekstra katkısı olduğu söylenebilir. The Terminator, The Abyss gibi filmler bir yana, en çok Aliens’daki Hicks olarak hatırlanan Michael Biehn ve senelerin eskitemediği Rosanna Arquette, The Divide’ın ağır topları. Ancak Michael Eklund ve Heroes dizisinin Peter Petrelli’si olarak akıllara kazınan Milo Ventimiglia’nın beklentileri aşan performansları filmin değerini arttırıyor.
Bir diğer etkileyici unsur ise her sahneye ustaca yedirilmiş müzikler. Özellikle giriş ve final bölümleri bir müzik klibiymişcesine defalarca izleme (dinleme) isteği uyandırıyor.
The Divide yönetmenin önceki işleri gibi hareketli ya da bol kanlı bir şiddet gösterisi değil. Hatta öyle bildik post apokaliptiklere de pek benzemiyor. Ağır ağır ilerleyen, gerektiğinde şiddetin dozunu arttıran bir yapısı var. Devamlı farklı gruplara bölünen, bölündükçe diğer grubu yok etmeye şartlanan ve nihayetinde kontrolden çıkan insanlığın umutsuz geleceğine yakılmış bir ağıt da denebilir.
Murat Kızılca
bu yılın en sevdiğim filmlerinden biri oldu.
Burada okuduğum tavsiye üzerine izledim. Mantık hatalrı içeren ve havada kalan bir senaryo. Nükleer saldırısı sonrası hayatta kalma mücadelesi veren insanların – ne hikmetse- birden içlerindeki caniyi farketmesi ve bunun gibi bir dolu tutarsızlık. Tek kelimeyle zaman kaybı…
Değerli yorumunuz için teşekkür ederim Ziya Bey.
Yalnız atladığınız bazı şeyler var. “Nükleer saldırı sonrası hayatta kalma mücadelesi veren insanlar” demişsiniz ama The Divide bununla hiç ilgilenmiyor. Bir metafor olarak kullanılan nükleer saldırı sonrası bir sığınakta mecburen bir araya gelen insanların anlamsız bir bekleyiş içinde geçen günlerini resmediyor.
“–ne hikmetse- birden içlerindeki caniyi farketmesi” demişsiniz, yapmayın allah aşkına, içlerindeki caniyi ‘birden’ mi fark ediyorlar? Bütün o ağır ağır ve ızdırap içinde geçen, bilinmezliğin hakim olduğu bekleyiş süreci, birçoklarının çıldırması için gayet yeterli bir süre. Keza herhangi bir gün, herhangi bir gazetenin üçüncü sayfasını açıp okursanız, bu durum ile karşılaştırılamayacak kadar ‘iyi’ şartlarda insanların nasıl cinnet geçirip ne tür canilikler yaptığını görebilirsiniz.
Ezcümle filmi beğenirsiniz beğenmezsiniz, o ayrı mesele, ona bir şey diyemem ama “mantık hataları içeren ve havada kalan senaryo” eleştirilerinize katılamayacağım ne yazık ki.
Merhaba Murat,
Bir kaç hususu açıklığa kavuşturmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Bir nükleer bomba patlıyor ve bir avuç insan bir bodrum katında sıkışıp kalıyor ve bu hayatta kalma mücadelesi olmuyor, ama anlamsız bir bekleyiş oluyor. Gerçekten çok ilginç. Sanırım nükleer patlamanın canlılar üzerindeki etkileri üzerinde bilgi sahibi değilsiniz ya da hikayeyi algılamak istediğiniz şekilde anlamak istiyorsunuz. Size katılmam ne yazık ki mümkün değil. Gelelim senaryodaki hatalara. – Özel kıyafetler giyen, silahlı adamlar kimdi ? -Küçük kızı neden kaçırdılar, ne tür bir deney yapıyorlardı ? -Nükleer bombayı atan K.Kore miydi ? – Işıksız, havasız bir ortamda, az bir yiyecekle hayatta kalmaya çalışan kahramanlarımız böyle seks yapacak gücü nerden buluyorlardı ? – Erkeklerin sakalları neden uzamadı ? ve bunun gibi daha bir sürü boşluk. Evet, bunlar gibi bir dolu tutarsızlık. İsteyen istediği hikayeyi istediği gibi filme çekebilir ama ve lakin benim kötü filme ayıracak vaktim yok maalesef. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Buyurun açıklığa kavuşturalım;
“ve bu hayatta kalma mücadelesi olmuyor, ama anlamsız bir bekleyiş oluyor. Gerçekten çok ilginç” demişsiniz.
Ben öyle bir şey demedim, film bununla ilgilenmiyor dedim. Buradaki metaforu kaçırıyorsunuz, yönetmen sadece bir sığınakta mecburen bir araya gelen bir topluluk yaratmış ve onları bilinmezliğin hakim olduğu bir bekleyiş sürecine sokmuş. Aynı içinde yaşadığımız hayat gibi. Buradan hareketle “bölünme”ye (ki filmin ismi bile The Divide=Bölünme) odaklanmış ve insanoğlunun geleceği üzerine umutsuzluğunu dile getirmiş.
Sizin tutarsızlık diye isimlendirmek istediğiniz detaylarla ilgilenmiyor. Bombaydı, kim atmıştı, deneylerdi, hiç ilgilenmiyor bunlarla, ilgilense o konuda bir cevap vermeye çalışır, ancak o zaman bakarız cevaplar mantıksız mı olmuş, tutarsızlık mı oluşmuş. Burada öyle bir durum yok.
Siz daha düz bir bilim kurgu/aksiyon izlemek istiyormuşsunuz herhalde, The Divide’a denk gelmişsiniz. Evet, “düz bir bilim kurgu/aksiyon” izlemek isteyen biri için The Divide kötü bir tercih, haklısınız.
Not: Açıkçası bu tartışma bu yazının altına çok yakıştı. Bir yazı altında yapılan yorumlarda bile rahatlıkla “bölünebilmeyi” becerebildiğimizin ispatı oldu. Bu yüzden çok teşekkür ederim.
siz deyin bir grubun hayatta kalma mücadelesi ve-veya bunların anlamsız bekleyişleri ben deyim hollywood un senelerdir ırzına geçtiği bir konu ve karakterler üzerine yapılmış hiç bir özgün yanı bulunmayan klişe bir film. şimdi bu filme mükemmel,süper,cool,etkileyici gibi sözler kulllanırsak adamı escape from new york ile john carpenter, hayatta kalma mücadelesini metafor olarak kullanıp anlamsız bekleyişlerini anlatıyor dersek de george a. romero zombi üçlemesi ile- ki ilk filmi hatırlatarak- çarpı verir mazallah:D
Ahahaha süpersin trashmovie! :)