blankBaştan söyleyeyim, bu dahil, bütün yazılarım sürprizbozan (spoiler) içerir. Bir eseri “sanat eseri” yapan, onu var eden temel koşulların ve detayların hiçbirine değinmeyen bir yazı yazmayı sevmiyorum. Öyle yazılar yazdım mı, evet, çok yazdım ama 12 yıldır yazmıyorum. The Equalizer 2 hakkında bir yazı yazmamın sebebi, çok da ahım şahım olmayan bir intikam öyküsünü güzellemek değil. Kabul ediyorum, bu hikâye çok da çarpıcı, etkileyici ve unutulmaz bir hikâye değil ama bu filmi bu işin birinci ligine taşıyan bazı özellikler var, onları biraz açmak istiyorum. Özellikle yerli yönetmenlerimizin ve yönetmen adaylarımızın The Equalizer 2’yi mutlaka seyretmeleri gerektiğini düşünüyorum. Naçizane tavsiyemdir.

Sinemanın bir sanat olarak kabul görmesinde Melies, Griffith, Chaplin, Keaton, Lang, Vertov, Kuleşov, Eisenstein, Dreyer, Welles, Hitchcock, Kubrick ve Godard gibi dünyanın dört bir tarafından sayısız ustanın tarifi mümkün olmayan boyutta katkıları olduğu su götürmez. Peki, bu ustaların sinemaya katkılarını nasıl tarif edebiliriz? Bu bağlamda, ortak bir özellikleri var mıdır? Evet, vardır. İstisnasız kaidesiz hepsi sinemanın anlatım olanaklarını geliştirmiş yönetmenlerdir. Amiyane tabirle “yeni bir şeyler söylemiş” kişilerdir ve inanın bana, bunu yapmak çok zordur.

Sinema, tıpkı diğer sanat dalları gibi, insan duygularına hitap eder. Biçim ve içerik açısından sayısız kombinasyona açıktır. Tek bir formülü yoktur. “Şu şudur, başka yolu yoktur, olamaz” şeklinde genelleme yapmak güçtür. Her yıl küçük mucizeleri andıran yepyeni anlatı tiplerine şahit oluyoruz. Sinemada küçük dokunuşlarla müthiş bir duygu hareketliliği yaratmanız mümkündür. Antoine Fuqua ister orijinal, isterse uyarlama ya da yeniden çevrim olsun, farklı türlerdeki filmlerinde bile bunu başarabilen yönetmenlerden biri. Üstelik güçlü bir dramatik çatıya sahip olan Southpaw’ı (Son Şans, 2015) bir kenara bırakırsak bunu daha çok suç ve aksiyon filmlerinde yapıyor. Asıl şaşırtıcı olan bu. Tears of the Sun (Güneşin Gözyaşları, 2003), Brooklyn’s Finest (Brooklyn’in Azizleri, 2009) ve Olympus Has Fallen (Kod Adı: Olympus, 2013) gibi görece zayıf filmlerinde bile çıtayı yukarıda tutmayı başarıyor. The Magnificent Seven (Muhteşem Yedili, 2016), Shooter (Tetikçi, 2007) ve The Equalizer (Adalet, 2014) gibi ilgi çekici başkarakterler üzerine inşa ettiği öykülerin sonuçları ise ortada. Defalarca izlenmeyi hak eden müthiş seyirlikler bunlar. Fuqua’nın kurgu ve kamera tercihleriyle yarattığı anlatı parmak ısırtıcı. Eline Training Day (İlk Gün, 2001) gibi bir senaryo geçince başyapıt çıkarmayı da biliyor.

blank

Ben Antoine Fuqua’nın sinemasal aura yaratmadaki yeteneğini –tıpkı Guy Ritchie’de olduğu gibi- büyük ölçüde video klip estetiğine olan hakimiyetine bağlıyorum. O konudaki deneyimi lehine çalışıyor. Üç-dört dakikalık pasajlar olarak gördüğü sahnelerde bir nevi bütünlük, yenilik ve kendi deyimiyle “organiklik” arıyor Fuqua. Mesela The Equalizer 2’de buna örnek gösterebileceğim harika bir sekans var, hadi buna “Susan’ın Ziyareti” adını verelim. Filmin 20 küsuruncu dakikaları… Robert McCall (Denzel Washington) evine gidiyor. Yakın dostu Susan Plummer (Melissa Leo), bir kap çorbayla McCall’a ziyarete gelmiş. Daha ilk andan itibaren birbirlerine duydukları sevgiyi hissedebiliyorsunuz. Sonra yemek için masaya geçip sohbet ediyorlar, McCall’un geçmişi hakkında (Vivienne vs.) bir sürü detay öğreniyoruz. Yemek yiyorlar, bulaşık işi hallolduktan sonra iki dost yürüyüşe çıkıyorlar, belli ki Susan gidecek. Yakınlıklarını hissediyoruz. Giderayak Susan “rastgele insanlara yardım etmen harika bir şey ama kalbindeki boşluğu doldurmaya yetmez, teşkilata dön” diyor. Sohbet bitince Susan bir taksi çeviriyor. McCall taksinin kapısına yönelip arkadaşı için kapıyı açıyor. Susan, McCall’a “Her zaman bir centilmensin” diyor ve arabaya girmeden önce ekliyor: “Var olan tek arkadaşın benim”. Sarılıyorlar. Ardından Susan taksiye binip havalimanına gitmek istediğini söylüyor. İkilinin dostluklarını, geçmişini ve şimdiki durumunu öğrenmiş oluyoruz. Bunların tamamı yaklaşık üç-dört dakika içinde oluyor. Şimdi bütün bunlar herhangi bir filmde -eğer senaryo öyle yazılmışsa- zaten karşımıza çıkacak şeyler. Nesi var bunun? Şimdi maharet nerede onu anlatacağım.

Antoine Fuqua’nın mahareti bunları anlatma şeklinde. Şimdi “Susan’ın Ziyareti” adını verdiğim bu sekansın açılışına ve kapanışına attığı imzayı anlatayım. Sahneleri geri sarıyoruz. McCall, apartmanının bulunduğu sokağın başına gelir ve dairesinin ışığını açık görür. Susan’ın geleceğini bilmediği için tedirgin olur. Sinsice kendi evine doğru yaklaşırken kamera birdenbire ters döner, gölgesiyle beraber bizden uzaklaşan (ve apartmanına yaklaşmakta olan) bir McCall görürüz. Gerilim bize yansır. Ardından McCall’u bu sefer karşıdan çeker Fuqua. El kamerasıyla yaklaşık çene hizasından. McCall bahçe yolunda durur ve dairesine bakar. Işık yanıyordur. Bir terslik olduğunu hisseder. Gerilim artmıştır. Fuqua şimdi de arkadan alır McCall’u ama bu sefer kamera bel hizasındadır. Sanki McCall’un arkadan saldırıya uğrayacağı hissine kapılırız. Saniye saniye onun yalnızlığına ortak eder bizi Fuqua. McCall, belindeki tabancaya uzanırken kamera arkaya doğru geriler. McCall silahını çeker, ateş etmeye hazır hâle getirir. Ve daireye önce silahın namlusu girer.

blank

Bu sekansın sonundaki yönetmen dokunuşu da en az bu kadar etkileyici. Susan taksiye biner, “Havalimanı lütfen” der. Taksinin kapısını McCall kapatır. Normal şartlarda çoğu yönetmen sahneyi burada keser ama Fuqua bunu yapmaz. Biraz daha devam eder. Ona birkaç saniye daha lazımdır. Devam edelim. McCall taksinin kapısını kapatırken yakın çekimdeyizdir. Sadece kapı ve McCall gözükür. Deminden beri baskın hâlde olan sokağın ve trafiğin sesi azalır, sahneye eşlik eden kemanın sesi artar. McCall’un sevdiği birini yolcu ettiğini hissederiz. Sonraki planda kamera birkaç metre uzaktadır. Yavaştan McCall’a zoom yapar. McCall, caddenin her iki tarafına da bakar ve Susan’ın bindiği aracın gidişini izler. Muhtemelen gözden kaybolana kadar. Sevdiğiniz birini uzaklara götürmekte olan bir araca bakarken ne hissederseniz, McCall da onu hissediyordur. Araç gözden kaybolunca McCall geldiği yöne döner. Bize sırtını dönmüştür. Kaldırımdan değil de caddeden yürümeye devam eder. Muhtemelen, tek başına yaşadığı dairesine dönüyordur. Gecenin karanlığında yavaşça uzaklaşır. O uzaklaşırken Fuqua’nın kamerası yükselir. Kemanın tınılarını duymaya devam ederiz. McCall’un yalnız bir adam olduğunu anlarız. Yegâne arkadaşı Susan’ın gidişi içindeki/kalbindeki derin boşluğu yeniden yüzeye çıkarmıştır. Susan öldürüldüğünde onun ne denli kızmış olduğunu anlamamızı sağlayan bu sekans yaklaşık 4 dakika sürer. Ve şahsi kanaatimce sinemada görüntü yardımıyla duyguların harekete geçirilmesi konusunda bir ders niteliği taşımaktadır. Tıpkı ilk filmde McCall’un beş mafya üyesini peş peşe öldürdüğü sahnenin tasarımı gibi.

İlk filmde olduğu gibi The Equalizer 2’de de McCall’un çalışma teknikleri diyalog içermeyen sahnelerle veriliyor. Birçok sorunun cevabı saf sinema kokan bu sahnelerde vücut buluyor. Bunu, dandik bir konusu olmasına rağmen izlemelere doyamadığım Shooter’da da görüyoruz. Fuqua ana kahramanla aranıza set çeken yönetmenlerden biri değil. Onun insani yönlerini tüm zaaflarıyla birlikte sunma yanlısı. Basit detaylarda kendini belli eden farklı bir tavrı var. Mesela ilk Equalizer filminde McCall’un beş Rus’u hunharca öldürdüğü o olağanüstü sahnede filme canlılık katan ilginç detaylara yer verir Fuqua. Odadaki herkesin dikkatini kendine çekmek için kapıyı birkaç defa açıp kapatması ve ardından kapıyı kilitlemesi ya da masa üstündeki kuru kafaları odadaki kişilere bakacak şekilde çevirmesi/döndürmesi gibi. Ama ben o sahnede başka bir şeye takıldım. McCall’un cebindeki içi dolu para zarfına dokunuşlarına. Özellikle parayı alıp gitmesi söylendiğinde avcı pantolonunun baldır cebine geri koyacağı zarfın kenarlarını düzelttiği kısım favorim. Bakın, hangi koşullar altında olursanız olun, aşırı stres ve baskı altında dahi olsanız, eğer bir takıntınız varsa o takıntınızdan vazgeçmeniz zordur. McCall kartı masaya koyduktan sonraki kısa diyaloğun ardından masadaki kuru kafaları da hafiften düzeltiyor. Hani simetri hastaları gibi. Onun düzene ve disipline olan hastalık düzeyinde bağlılığını göstermek için yerinde jestler kullanıyor Fuqua. Bir karakteri kanlı canlı hâle getirmek ve belki de onunla özdeşleşmenizi kolaylaştırmak için o tip ayrıntıları kullanma fırsatını tepmeyen bir yönetmen olduğu anlaşılıyor. Birkaç saniye harcıyor ve (birçok yönetmenin aksine) nihai kurguya o küçük detayları mutlaka ilave ediyor. Bunu aksiyon sinemasında yapan o kadar az yönetmen var ki…

blank

Birçok yazar onun yarattığı karakterlerin, sadece adalet getiren acımasız vigilante (intikamcı) kimlikleri yüzünden ilgi gördüğünü sanıyor ama yanılıyorlar. Fuqua, karakterini çok boyutlu hâle getirmek için çok çabalayan bir yönetmen. Fatima ya da Miles, seyircide karşılığı olan karakterler. Popüler sinema böyle yapılır. Evet, popüler sinema tribünlere oynar ama iyi oynayanı her daim makbuldür. The Equalizer 2 onlardan biri.

Öykü detaylandırma, karakter zenginleştirme, kurgu tercihi ve (bilhassa aksiyon sahnelerindeki) kamera kullanımına ilaveten Antoine Fuqua’nın en önemli başarısı oyuncu yönetimi. Ethan Hawke ve Denzel Washington gibi zaten iyi olan kumaşları bir kenara bırakıyorum, filmlerindeki yan karakterler de fena değil (bakınız The Magnificent Seven, Olympus Has Fallen). Kötü adamları iyi seçiyor (bakınız Equalizer, Shooter vb.). Denzel Washington’a Oscar getiren Training Day’de ise hepsi birden mükemmel. The Equalizer 2’de kusursuz olan tek oyuncu, Denzel Washington. Her saniyenin hakkını veriyor. Ancak Melissa Leo ve Ashton Sanders’ın da hakkını yemeyelim. Oliver Wood’un (bilhassa fırtına sahnesindeki) sağlam görüntü çalışması Conrad Buff IV’ün olağanüstü kurgu çalışmasıyla gücüne güç katıyor ama biliyoruz ki böylesi iyi bir aksiyon filminin ortaya çıkmasını sağlayan en önemli şey, Antoine Fuqua’nın vizyonuyla Denzel Washington’ın harikulade performansının bir araya gelmiş olması. The Equalizer 2’yi kaçırmayın. Yer yer ilk filmi de rahatlıkla aşan sıkı bir devam filmi. İyi seyirler…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Casablanca (1942)

Başrollerini dönemin en ünlü oyuncuları Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ın
blank

Dead End Drive In (1986)

Avusturalya sinemasının kült klasiği Dead End Drive In, mütevazı ve