The Equalizer 3, üçlemenin en zayıf filmi çünkü öyküsü zayıf, birçok noktası (bombalama eylemleri, polise uygulanan canice şiddet, kan kaybıyla araba sürme ve saatlerce yolculuk yapma, McCall’un kurtarılış ve doktoru ikna ediş şekli, Emma karakterinin zerre kadar inandırıcı olmayan kimliği vs.) itibariyle de inandırıcılıktan uzak. Herhalde, “Bu son filmi İtalya’nın güneyinde çekelim, McCall da emeklilik öncesinde İtalyan mafyasını çökertsin, önceki filmlerle de bir bağlantı düşünürüz” demişler. Ben genelde beğenmediğim filmleri yazmam çünkü zamanım yok. Peki bu filmi niye yazıyorsun diyeceksiniz, çünkü beğendim. Öyküye değil ama anlatıya serpiştirilen saf sinema anlarına vuruldum.
Antoine Fuqua sinema duyusu çok yüksek bir yönetmen. Mizanseni belirli bir duyguyu ya da mesajı verebilmek için o kadar iyi dizayn ediyor ki hayran olmamak elde değil. Üçlemenin ilk filmi olan 2014 tarihli The Equalizer’da görüntü yönetmeni Mauro Fiore, The Equalizer 2’nin (2018) görüntü yönetmeni ise Oliver Wood. Şu sıralar gösterimde olan The Equalizer 3’ün görüntü yönetmeni ise Robert Richardson. Evet, Richardson tam 10 kez Oscar’a aday gösterilmiş ve JFK, The Aviator ve Hugo filmlerindeki görüntü yönetmenliğiyle 3 kez ödüle uzanmış bir görüntü sihirbazı ama inanın bana, bu filmlerin üçü de müthiş bir sinematografiye sahip. Burada aslan payının Antoine Fuqua’ya ait olduğu su götürmez. Fuqua doğru kadrajı, doğru ışıklandırmayı bulmakta pek güçlük çekmiyor.
Kurmaca sinema, ânlardan oluşur. Bir ya da birden çok karakterin hayatından küçük kesitler izleriz. Öykü, bu kesitlerin kurgu vasıtasıyla bir araya getirilmesiyle anlam kazanır. Tabii arada, hikâyeyi bilgi ya da duygu anlamında destekleyen ekstra sahne ya da eklentiler vardır. Örneğin, karakterin nerede olduğu, hikâye için spesifik bir önem arz ediyorsa bize onun bulunduğu yeri gösteren bir görüntü ya da mekânı/coğrafyayı öğrenmemizi sağlayan bir diyalog ya da yazı verilmesi gerekir. Anlam, belirli bir bağlama oturmayı gerektiriyorsa yönetmen o anlamı yaratacak müdahaleyi yapmak zorundadır. Bu bağlamda, Fuqua’nın hem açılış sahnesiyle hem de kasaba hayatındaki küçük detaylarla Robert McCall’un arayışını ve temel açmazlarını başarıyla yansıttığını söyleyebiliriz.
Açılış sahnesi, (bir tuzak da olsa) şarap mahzenindeki ışıklandırma sayesinde McCall’u bir aziz gibi sunuyor, istediği ân istediği şeyi yapmaya kadir doğaüstü bir varlık gibi. Silahlı düşmanları yok ediyor, istediğini alıyor ve malikâneden çıkıyor. Ama çok geçmeden sırtından vurulunca artık eskisi gibi olmadığını, paslandığını, hamladığını anlıyor. Kendine ateş edene değil, kendine kızıyor. Yaşamının son demlerinde olan insanlara özgü bir bilgelik sergiliyor ve düşmanını affediyor. Sonra uzanıyor ve ondan hiç beklemediğimiz bir şey yapıyor, elindeki silahla kendi kafasına sıkıyor. Gelen tık sesiyle beraber silahın boş olduğunu, kanımız çekilirken idrak ediyoruz. “Böyle gitmez” diyen bir adam var karşımızda, bunu anlıyoruz.
McCall’un nekahet süresince yaşadıkları hem gördüğü dostluk ve sevgi hem de kasaba hayatının cezbediciliği bakımından, neden yavaş yavaş orayı ömrünün geri kalanında cazip bir emeklilik ikametgâhı olarak görmeye başladığını gösteriyor. İnsanların ona davranışları, takındıkları tutum (küçük bir çocuğun, merdivenlerde karşılaştığı yaşlı kadınların, esnafın) onda bir tür aidiyet hissi yaratıyor. Küçük ve samimi insancıl jestlerle usulca örüyor filmi Fuqua, McCall’un hissi bize de geçiyor. McCall’un bir şeyler içtiği kafe, kıyafet aldığı dükkân, orada çalışanların iyiliği ve misafirperverliğiyle akılda kalıyor, sattıkları ticari ürünlerle değil. İnsana “burada yaşanır” dedirten sıcak, samimi bir İtalyan kasabası resmi çiziyor yönetmen, önceki iki filmde gördüğümüz şiirsel ânlara benzer ânları yakalamayı ihmal etmeyerek. Mesela filmde en çok sevdiğim plan, yağmurda başıboş bir şemsiyenin savrulduğu bölüm oldu. Kadraja hiçbir insan girmeyince, yani gelip biri şemsiyeyi yerden kaldırmayınca sinemanın verdiği hazdan âdeta mest oldum, başka hiçbir sanat dalı size bu hissi birkaç saniye içinde veremez. İnsanları yağmurdan koruması gereken/beklenen bir şemsiye, sahipsiz (yalnız) kalmış, açık hâldeyken ters dönüp yere düşmüş (normalde ıslanmaması gereken yeri, yani “içi” ıslanıyor) ve rüzgârla sürükleniyor. Robert McCall’un ruh hâlini üç-beş saniyede özetleyen, filmin ana mesajını tek başına temsil eden mükemmel bir çerçeve. Sinema budur! Filmi benim açımdan ilgi çekici kılan, bana bu yazıyı yazdıran şey, aksiyon aksı dışındaki işte bu benzersiz anlatı.
Evet, McCall yağmur-çamur, bayır-yokuş demeden biraz da zorlayarak kendini bedenen adım adım iyileştiriyor ama filmin asıl hoşluğu, onun ruhen iyileşmesini anlatma biçiminde yatıyor. Robert “Aziz” McCall iyiye gittikçe dağın tepesinde yer alan ve kendisine hedef olarak belirlediği kiliseye her seferinde biraz daha yaklaşıyor. Bedenen toparlanmanın ancak ruhen de toparlanmakla bir anlam kazanacağını gösteren bu küçük detayı, senaristlere (Richard Wenk, Michael Sloan ve Richard Lindheim) mi borçluyuz, yönetmene mi bilmiyorum ama kim düşünmüşse, mükemmel bir sinemasal buluş.
Tabii bu bir Equalizer filmi olduğu için kasabanın aydınlık dünyasına karanlığın gelmesi kaçınılmaz oluyor. McCall gibi intikamcı-cezalandırıcı filmlerinde iyinin karşısına onun kalibresi nispetinde bir kötülük koymanız icap eder. Film bu noktada biraz tökezliyor, evet, belki kocaman bir bıçakla bir insanın elini kesmeler, engelli bir yaşlıyı pencereden atmalar (Polanski’nin Piyanist’inden beri başka bir filmde bu barbarlığı görmemiştim) var ama sayısız güvenlik zaafıyla operasyon yöneten uyduruk bir mafya seyrediyoruz. İtalyan devletine savaş açmış, gündüz gözü masum insanları hatta polisleri katleden, sakat bırakan dehşet verici bir mafya mı izliyoruz, yoksa küçük bir aile şirketinin yaramazlık yapan ama kamera kayıt tuşuna basılmış cep telefonu görünce de tırsan tıfıllarını mı, The Equalizer 3’ün o konuda bir kafa karışıklığı var. Filmin bu kısmında sadece kötülüğün gelişini fırtına bulutlarıyla eğretilemesini sevdim ama son tahlilde film (ve üçleme), vaat ettiğinin aksine, sinemasal açıdan zayıf bir finalle noktalanıyor.
Denzel Washington ve Antoine Fuqua’nın her zaman iyi sonuç veren, şaşırtıcı ve başarılı iş birliklerinin sonuncusu olan The Equalizer 3’ün (Adalet 3: Son) serinin son filmi olduğu açıklandı. Ben bu üçlemenin aksiyon sineması anlatısına yeni bir soluk kattığını düşünüyorum, bu katkıyı ilk filmdeki o efsanevi “Rus mafyası katliamıyla” sınırlandırmak haksızlık olur. Üç film de hem bulduğu sinemasal çözümler hem de müthiş görüntü çalışmasıyla belirli bir kaliteyi tutturmayı başardı, görece zayıf bir senaryoya sahip olan son filmde bile bu böyle. Bir şans verin derim ben. İyi seyirler…
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç