Uzun soluklu bir bilimkurgu öyküsü anlatacaksanız, sadece teknolojik teşbihler bulmak yeterli olmuyor. Hikâyenin geçtiği ortamı da her şeyiyle ve inandırıcı bir şekilde tasvir etmek, kısacası bir evren yaratmak gerekiyor. Bu durumu özellikle seri filmlerde ve dizilerde görüyoruz. Bazı hikâyelerde ise olay örgüsü ve evren o kadar iç içe geçiyor ki, birbirini tamamlamaya başlıyorlar. The Expanse de öyle dizilerden biri.
2015 sonrası, yani Yıldız Savaşları’nın yeni üçlemesi duyurulduktan sonra yayınlanmaya başlayan, gösterimine Dark Matter ve Killjoys gibi düşük bütçesine rağmen elinden geleni yapan iki diziden dört ay sonra başlayan üçüncü uzay operası olan The Expanse, ilk sezonda bomba gibi bir dört bölümle açılmıştı. Bir yanda kimin tarafından yok edildiği belli olmayan Canterbury adlı madencilik gemisinden kurtulan, isteksiz lider Jim Holden önderliğindeki beş kişinin öyküsünü, diğer tarafta amiri tarafından anagarya olarak verilen Julie Mao’yu bulma görevini takıntı haline getiren, mesleğine olan saygısını kaybetmiş polis Joseph Miller’ı izliyorduk. Her ikisi de Dünya, Mars ve Expanse evreninin proleteryası Kuşakçılar arasındaki güç dengelerini değiştirecek bir şeyle karşı karşıya olduklarını anlıyorlardı.
Canterbury mürettebatı bir şekilde Rocinante adında teknoloji harikası bir gemiye konup mücadeleyi uzayda sürdürürken boyundan büyük işlere karıştığı Julie Mao görevini fazla kurcaladığı için başı beladan kurtulmayan Miller’ın kafasına dank ediyor, fakat ipin ucunu bırakmıyordu. Rocinante ve mürettebatının maceraları heyecanlıydı, ancak polis soruşturması aynı ivmeye sahip olmadığından ilk dört bölümden sonra bir tempo düşüklüğü yaşanıyordu. Hikâyenin iki ucu son iki bölümde kaçınılmaz olarak birleştikten sonra, birinci sezonun belki de en büyük kusuru olan bu durum da ortadan kalkıyordu.
Masis’in ilk sezon üzerine yazılmış harika bir incelemesi varken bunları anlatmamın sebebi, ikinci sezonu bu temel üzerinden incelemenin daha doğru olması. Baştan söyleyeyim, bu sefer daha dengeli bir tempo tutturulmuş. Bir tempo düşüklüğü yaşanmıyor ama bu aynı zamanda birinci sezonun ilk dört bölümü gibi yüksek ritimli bölümlerin de olmadığı anlamına geliyor. Yanlış anlamayın, bu sezon kesinlikle daha heyecanlı. Hatta “çok heyecanlı yerinde kaldı, bir bölüm daha izleyeyim” dediğinizde bir sonraki bölümün daha heyecanlı bir yerde kalması kuvvetle muhtemel. Sadece heyecan grafiğinde ilk sezondaki gibi pikler yok. Grafikte daha yatay bir çizgi olsa da, ortalama daha yüksek. Aynı şey duygusal anlar için de geçerli. Sekizinci bölümün açılışındaki Doris olayı hariç.
Gerçekler ortaya çıktıkça işin politik yanının da hareketlenmesi, heyecan grafiğinin yükselmesinde önemli bir etken. Bunun en büyük sebebi politik anlatının ana karakteri olan Chrisjen Avasarala’nın hikâyeye aslında ikinci kitap Caliban’s War’dan itibaren dâhil olması. Yapımcılar, politik atmosferi dış ses olmadan anlatmak için karakteri diziye biraz erken sokmuş. İkinci sezonun ikinci yarısının Caliban’s War’daki olayları anlatmaya başlaması, yani karakterin artık romanlar tarafından beslenmesi, sadece onun değil, Sadavir Errinwright gibi olayların politik yönünü anlatmakta kullanılan diğer karakterlerin de daha etkin kullanılmasını sağlamış. Aynı şey, Chrisjen kadar olmasa da Mars’taki toplum yapısını anlatmak için diziye yine biraz erken dâhil olan Bobbie Draper için de geçerli. Bobbie de ilk birkaç bölümde dolguymuş gibi hissettirirken, kitabın sınırlarına girince etkinliği artan bir karakter.
Bütün bunlar olurken dizi, olacakları öngörmemeniz için elinden geleni yapıyor. Bazı yerlerde de çok başarılı oluyor. Örneğin kitabı okumayan birinin sezonun sonuna doğru Errinwright’ın içine düştüğü çukurdan çıkmak için ne yapacağını kestirmesi zor. Tahmin ettiğiniz gibi başlayan olaylar bir süre sonra beklemediğiniz kadar büyüyor. The Expanse, başrol oyuncularını harcamaktan da çekinmiyor. Buna karşın bazen olacakları gizlemekte zorlanıyor. Bazı ittifaklar, beklediğiniz gibi dağılıyor. Dizinin tahmin edilemezliğini arttıran bir diğer etken de gösterilen her olayın önemli olmaması. Tıpkı birinci sezonun ilk bölümünde Canterbury havaya uçmadan önce Ade’nin Jim Holden’a sarf ettiği “bilmen gereken bir şey var” cümlesi veya Joseph Miller’ın ortağının saldırıya uğraması gibi hiçbir yere varmayan olaylar bu sezonda da var. Başlangıçta bunları yadırgamıştım, ama bu tür olaylar ana hikâyenin akışını değiştirmese bile karakterler üzerinde etkili oluyor hikâye içindeki davranışlarını değiştiriyor. Aynı zamanda kahramanlarımız macera peşinde koştururken yaratılan evrenin kendi düzeninde işlemeye devam ettiği izlenimi uyandırıyor.
https://youtu.be/3gj8tRaFIfs
Kısacası The Expanse’in ikinci sezonu, birinci sezonun kusurlarını düzeltirken iyi yanlarını bozmuyor. Daha kalabalık bir kadro, genişleyen bir evren ve daha katmanlı bir olay örgüsüyle ilk sezonun üzerine çıkmayı başarıyor. Umarız üçüncü sezon da başarı grafiğini sürdürür.