A Little Blessing In Disguise.

blankHani bazı filmler vardır, izledikten sonra herkese anlatmak ve izlettirmek ister, ama içten içe de kimse bilmesin isteyip, sadece size özel kalmasını dilersiniz. İzlerken sadece gözlerinizle değil de, yüreğinizle de izler, içinde kendinizden birşeyler bulursunuz. Bittiğinde ise sadece “izledim” diyemez, gördüklerinizin iliklerinize kadar işlediğini hissedersiniz. “Evet bu iyi bir film, gerçekten de çok iyi” deyip kalkamazsınız da koltuğunuzdan. Çünkü bu kelimelerin, filmi tanımlayabileceğinden bile şüphe edersiniz. İzlediğiniz diğer filmlerle uzaktan yakından alakası yoktur bu filmin. İşte “The Fall”, tam da böyle olan bir film. Hem herkesin bu filmi öğrenmesi için haykıracağınız, hem de sadece kendi hayallerinizde yaşatmak isteyeceğiniz türden bir masal, belki de “Sinema budur, işte böyle film yapılır” diyebileceğiniz türden bir belgesel…

Tarsem’in 2006 yılında çektiği The Fall, “David Fincher and Spike Jonze present” yazısı ile açılıyor. Seyirci de ister istemez bu yazıyı görünce, filmden beklentisini daha da bir arttırıyor. Arttırmakla da en doğrusunu yapıyor, çünkü film seyircinin beklentilerini fazlasıyla karşılıyor ve Fincher’ın yüzünü kara çıkarmıyor.

Beethoven’ın 7. senfonisi eşliğinde siyah-beyaz görüntüler ile karşılıyor bizi film. Görüntüler siyah-beyaz olmasına rağmen, konunun ne kadar renkli olacağını daha ilk sahneden hissedebiliyoruz aslında. Bu görüntüler sayesinde, ana karakterimiz Roy’un neden Los Angeles’taki o hastanede olduğuna dair aklımızda düşünceler belirmeye başlıyor. Sonrasında ise renkler de bize eşlik ediyor ve kendimizi 1920’lerin Los Angeles’ında buluyoruz. Roy gibi, ama biraz farklı bir şekilde düşüp kolunu kıran 5 yaşındaki Alexandria ile tanışıyoruz. Birisi dublörlük yaparken düşüp sakatlanan, diğeri ise portakal toplarken düşen iki kahramanımız, tatlı Alexandria’nın, aslında hemşire Evelyn için yazdığı notun, tesadüf eseri Roy’un kucağına düşmesiyle tanışıyor. Ama herşey bu tanışmayla değil, Roy’un Alexandria’ya, isminin nereden geldiği hakkında bir masal anlatmaya koyulması ile başlıyor. Susuzluğun başgöstermesiyle ordusu bozguna uğrayacak duruma gelen Büyük İskender, kendisine getirilen son suyu da, ne askerlere içirir, ne de kendisi içer. Bütün suyu, hiç düşünmeden yere döker. Roy’a göre eşitliği, “Ya hep ya hiç”i vurgulamakta olan bu masal, Alexandria için tam anlamıyla aptalcadır. Çünkü ona göre “eşitlik” düşüncesinin başka bir şekilde ifade edilme biçimi vardır: suyu azar azar tüm askerler arasında paylaştırmak… Başka bir deyişle, Roy için yarım yamalak yaşanacak bir hayat yerine ölmek daha mantıklıyken, Alexandria için hayatta kalınabildiği kadar kalmak en doğrusudur. Birazcık bile umut olsa umut yine de umuttur…

blank

Sonraki buluşmalarında ise Roy, daha geniş bir masal, bir “epik” anlatma sözü verir Alexandria’ya. Biz Roy’un uydurduğu bu masalı Alexandria’nın anladığı ve onun yarattığı imgelerle birlikte, onun gözüyle izleriz. Daha doğru dürüst kelimelerin anlamlarını bilmeyen, yarım yamalak İngilizcesi ile Roy’un söylediklerini anlamaya çalışan Alexandria, dinlediği masalı, çevresindeki insanlardan ve dikkatini çeken şeylerden yola çıkarak hayalinde canlandırır. Onun için gününün en heyecanlı aktivitesi olmaya başlayan ve uyanır uyanmaz soluğu koşa koşa Roy’un yanında almasına neden olan bu masal, aslında Roy’un sadece Alexandria’yı sevmiş olmasından ortaya çıkmamıştır. Roy için bu masalı anlatmanın tek sebebi, Alexandria’nın kendisine, intihar edebilmesi için morfin getirebilmesini sağlamaktır.

Roy’un anlatmaya başladığı masal ilerledikçe, iki kahramanımızın da hayatları iç içe geçmeye başlıyor. Roy’un karamsarlığı, umutsuzluğu ve mutsuzluğu ile, Alexandria’nın yaşama sevincinin tezatlığı, masalın seyrini de etkiliyor. Roy her ne kadar masalı mutsuz sonla bitirmeye çalışsa da, Alexandria bunu engellemek için ne gerekiyorsa yapıyor. En çok da bu noktada karşı karşıya geliyorlar zaten. Roy’un tek derdi morfinlere ulaşmak aslında. Masalın nasıl bittiği umrunda değil. Ama Alexandria kendini bu masalsı dünyaya öylesine kaptırıyorki, herşeyin en ince ayrıntısına kadar mutlulukla örülmesini istiyor. Masal da zaten bu noktadan sonra, bir ucundan Alexandria’nın tuttuğu, bir ucundan da aslında anlatıcı olduğu için iplerin kendi elinde olması gereken ama bunu bir türlü başaramayan Roy’un çekiştirdiği, sonunu bir türlü kestiremedikleri bir hâle bürünüyor.

Alexandria: “I don’t like this story! Why are you making everyone die?”
Roy: “Because… everything dies.”

Masaldaki karakterlere gelirsek; gözüne kestirdiği herşeyi çalan ve insanların sevdiklerini öldüren Zalim Vali Odious ile, kendilerinden çaldıklarının intikamını almak isteyen birbirinden renkli 6 kahraman… Kardeşini Vali Odious’un öldürdüğü eski bir köle olan Otta Benga, patlayıcı uzmanı Luigi, kendisinin bile bakmaya kıyamadığı, kimsenin güzelliğini görmemesi için herkesten sakladığı güzeller güzeli karısının intikamının peşindeki Hintli, yaşayan herşeyi seven ve hayranlık duyan, maymunu Wallace’ı bir an olsun yanından ayırmayan, Americana Exotica adlı kelebeği arayan, yarı çatlak ingiliz doğa bilimci Charles Darwin, ormanlarla konuşabilen, karnında kuşlar besleyen garip ama sadık Mystic ve ikiz kardeşini Vali Odious öldürmeden önce kurtarmaya çabalayan maskeli bir haydut… Kahramanlarımızın her birinin doğduğu topraklar, kabiliyetleri farklı olmasına rağmen, tek bir ortak noktaları vardır: Vali Odious’u bulmak ve ondan intikamlarını almak…

“What a mystery this world… One day you love them… And the next day, you want to kill them a thousand times over…”

Masal ilerledikçe, gözlerimiz bayram etmeye, görsel şölen de hızını kesmeden ilerlemeye devam eder. Çünkü filmin tamamı 18 ülkede ve 26 farklı yerde geçmektedir. Bu yerler arasında Türkiye, Hindistan, Güney Afrika, İngiltere, Bali, İspanya, Fiji, Prag, İtalya, Romanya, Arjantin, Brezilya, Çin, Mısır ve Kamboçya’da var. Bu kadar yer adı yazınca, insan ister istemez film çok uzun olmalı yargısına kapılıyor. Keşke uzun olsaydı ama değil. Bu yerler arasında filmde sadece 10 saniye görünenleri de var, bir kaç saniye görünenleri de. Her bir sahnesi tabloyu andıran “The Fall” için yönetmen bu ince detayları da hesaba katmış ve istediği görselliği bozmamak adına olabildiğince “açık uçlu” davranmış. Tabi bunu sağlamak için de 4 sene gibi uzun bir süre harcamış. Tüm bunların yanında bir de filmde hiç görsel efekt kullanılmamış olması da “Tamam dur artık, ben bu filmden sonra ne izleyeceğim” nidaları atmamıza neden oluyor.

Oyunculara geldiğimizde ise, çoğu kişinin Pushing Daisies dizisi sayesinde tanıdığı Lee Pace ve her hareketiyle, konuşmasıyla, mimikleriyle kendisine hayran bırakan Catinca Untaru sanki oynamıyorlar, adeta filmi yaşıyorlar. Öyle ki Roy ağladıkça siz de ağlamak istiyor, Alexandria “Lütfen Roy öldürme onu” dedikçe, yaşadığı üzüntü yüzünden kahroluyorsunuz.

Film biterken içinizden, Alexandria’nın korktuğunda “Gugli, gugli, gugli” dediği gibi “Bitmesin, bitmesin, bitmesin” demekten başka bir şey gelmiyor, bu güzel sinema deneyimini uzun bir süre aklınızdan çıkarmak istemiyorsunuz… Siz siz olun, bu filmi izlemeden ölmeyin!

Filmdeki sahnelerin geçtiği yerleri görmek isteyenlere: http://thefall-locations.blogspot.com/

blank

Editörün Notu: Daha önce Öteki Sinema’da 11 Eylül 2008 tarihinde yayınlanan Murat Tolga Şen’in kaleme aldığı The Fall kritiğini BURADAN okuyabilirsiniz.

blank

Begüm Özdemir

1982 doğumlu yazar ilk sinema deneyimini L’ours (The Bear) filmiyle yaşamış olup Öteki Sinema'da yazmaya 2011 yılında başlamıştır. Sinema yazıları yazmasının yanı sıra dizi ve film çevirileri de yapmaktadır. Ayrıca büyük bir Stephen King ve Queen hayranıdır.

1 Comment Bir yanıt yazın

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Beowulf (2008) ve 3D Sinemanın Geleceği

Anglo-Saxon kültürünün ilk destanı Beowulf çeşitli şairler tarafından yazılarak son
blank

What Dreams May Come (1998)

What Dreams May Come, Dante’nin İlahi Komedyasından esinlenmiş ve Richard