Sinema tarihindeki ilk “gore” (vahşet) filmlerinden biri olan The Flesh Eaters‘i (1964) geçtiğimiz haftasonu Evrim Ersoy‘un evindeki ‘Frightfest öncesi partisi’nde izledim. The Flesh Eaters, 1960’ların b-tipi bilimkurgularını ve en eski vahşet filmlerini sevenler için kesinlikle kaçırılmaması gereken bir kayıp hazine! Öyle ki, Evrim’in evinde bu filmi izlerken herkes şaşkınlık içerisinde birbirine nasıl olup da bu filmin bunca sene kayıp olabildiği soruyordu.
Yapım yılına ve bütçesine göre son derece uçuk ve cesur bir konuya sahip olan The Flesh Eaters, muhteşem bir açılış sekansıyla başlıyor. Daha ilk dakikadan fıstık gibi sarışın hemen üstsüz kalarak, yattan denize atlıyor ve denizden sevgilisini de yanına çağırıyor. Peşinden atlayan sevgilisi bir türlü suyun yüzeyine çıkmıyor ve bir süre sonra her yer kan içinde kalıyor, deniz fokurdamaya başlıyor! Nasıl? Muhteşem değil mi? Muhteşem.
Konu: Sinema tarihinin en düzgün kare-çeneli, maskülen karakterlerinden biri olan Grant ve alkolik sinema yıldızı Laura, özel uçaklarını zorunlu bir şekilde ıssız bir adaya indirirler. Adada tek yaşayan bir Alman bilimadamıdır! … (bu detayın kaçınılmaz felaketlerin, eski bir Nazi’nin ve korkunç deneylerin başlangıcı olduğunu şüpheniz var mı?)
1960’lardan kalma her B-filmi gibi The Flesh Eaters da yarım asır sonra yer yer sıkıcı olabilen film. Ancak yarım asırlık bir filmden kesinlikle beklemediğiniz sürprizler de bu filmde sizi bekliyor. Zamanına oldukça farklı, çok aşırı ve akılalmaz sahnelerle dolu bir film The Flesh Eaters… Özellikle film şeridine ufak delikler açılarak yapılmış insan yiyen mikro-organizma efektleri görülmeye değer!
Film, asıl kariyeri montajcılık ve seslendirme olan Jack Curtis‘in ilk ve tek yönetmenlik tecrübesi. Filmin başlangıç bütçesi sadece 60.000$ (Çekimler esnasında bir fırtına seti ve ekipmanı dağıtınca bütçe 105.000$’a çıkıyor). Film, 1964 çıkışlı olsa da, yapım tarihi filmin sonunda 1962 olarak belirtiliyor. O günden bugüne kayıp sayılsa da, aslında internette hakkında biraz araştırma yaptığımızda, The Flesh Eaters’ın kült statüsüne çoktan ulaştığını ve pek çok hayranı olduğunu görüyoruz.
Tipik bir uçuk 60’lar bilimkurgusu olsa da, her haliyle benzersiz ve çok özel bir kayıp hazine olan The Flesh Eaters, uzun zamandır izlediğim en kayda değer filmlerden biri.