Amerikalı yönetmen ve aynı zamanda aktör Tate Taylor’ın ilk uzun metrajlı filmi Pretty Ugly People sonrası Kathryn Stockett’in aynı adlı romanından uyarladığı The Help[1] ile bütün övgüleri hak ederken gönülleri de fethetmeyi başarıyor.
Öteki Sinema için yazan: Buğra Şengül
Altmışların çalkantılı dönemlerinde Amerika’nın Mississipi eyaletine doğru yol aldığımız The Help, bizlere üst sınıf Beyaz Amerikalı ailelerin Siyah Amerikalılara karşı tutumlarını, yaşanan ırksal ayrıcalıkları ve Siyah Amerikalıların düşük maaşlı ve prestijli iş hayatlarında karşılaştıkları zorlukları anlatıyor. Bildiğiniz üzere Ku Klux Klan’ın[2] tekrar faaliyet gösterdiği ve Jim Crow Kanunları’nın[3] yürürlükte olduğu bu yıllarda Martin Luther King’in önemli bir rolü vardır. Neyse ki Washington’a yürüyüş sırasında Lincoln Anıtı’nın önündeki konuşmasını henüz unutmuş değiliz. Afroamerikan King hayalini şu sözlerle açıklamıştı: “Bir gün, dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var.” En nihayetinde, The Help’i izleyip de King’i anmamak pek hoş olmazdı. Ayrıca The Help, Spielberg’in Amistad adlı filmini de hatırlatmıyor değil. Her iki filmin temelinde de ırkçılık yatıyor nihayetinde. Ne idi? Siyahlar için yasaktı!
Duyguların rengi yoktur ve Oscar adayı The Help kaçırılmaması gereken bir paradokstur. Daha öncesinde de söylediğim gibi, hikâye altmışlı yıllarda Mississippi eyaletinde bulunan Jackson şehrinde ırksal ayrımcılığa karşı toplumsal hareketlerin apekste olduğu bir dönemde geçiyor ve Taylor hiçbir şekilde gerçekliğinden ödün vermiyor, dahası, ayrıntılar dahilinde gerçekliğe ulaşmamız için elinden gelen her şeyi yapıyor. The Help’in politik yönü ve -büyük ölçüde- üst noktaya taşıyan tarihsel gerçekliği, televizyon ya da büyük markalar aracılığıyla seyirciye aktarılıyor. Bildiğiniz üzere II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra büyük markalar gelişim göstererek terörizmi aşılamak için ırksal açıdan önemli bir rol oynamıştı, The Help’te ise göreceğiniz Coca-Cola ya da Crisco gibi markalar buna iyi bir örnek olabilir sanırım. Ne kadar da Amerikan sinemasında beyaz ve siyah arasındaki çatışmaya yabancı olmasak da The Help’i ayrı bir konumda değerlendirmeme neden olan müthiş bir sanat yönünün olması ve ayrıntıların derinlik kazanmasıdır. Eh, tabii bir de Emma Stone, Viola Davis, Bryce Dallas Howard ve Octavia Spencer’ın takdir edilesi performanslarıdır -ki en iyi kadın oyuncu ödülü Viola Davis’e verilirken en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülüyse Octavie Spencer’a verilmiştir.
Bir yanda üniversiteyi yeni bitirmiş, yazar olmak isteyen beyaz toplumun bir parçası Skeeter, diğer yanda ise genç yaşından itibaren beyaz ailelerin evinde çalışan siyah toplumun bir parçası Aibileen var. Rahatlıkla söyleyebilirim ki Skeeter ve Aibileen, The Help’in en güçlü kadınlarıdır. Skeeter’ın ırksal ayrımcılığa gitmeden eline kalemi alması ve Aibileen’in başına gelebilecekleri bilmesine rağmen konuşmasından hepimize yetecek kadar büyük kalpleri olduğunu anlıyoruz. Ayrıca söylemeden de geçmeyeyim. Aibileen, daha küçük bir kızken büyüdüğünde hizmetçi olacağını biliyordu. Annesi hizmetçiydi, anneannesiyse ev kölesiydi. Buraya dikkat edecek olursanız, anneannesi için ev kölesiydi diyor. Biliyoruz ki 1865 yılında Amerikan İç Savaşı’nın son bulmasıyla kölelik kaldırılmıştı. Aibileen 1911 yılında doğduna göre anneannesinin köleliğin hakim olduğu yıllarda yaşadığını söyleyebiliriz. Ayrıntıların derinlik kazanması demiştim, hatırlayın.
Sonuç olarak, kamera önündeki başarısını bildiğim ve kamera arkasında da aynı başarıya ulaşacağını düşündüğüm Tate Taylor, mizah ve dramı dengeleyerek The Help üzerinden ırk ayrımcılığını ve sınıf farklılıklarını değişik bir bakış açısıyla kusursuz bir şekilde sunuyor. Eğer ki kendinizi ifade etme şansı bulamıyorsanız, The Help, sizin için bir ses olacaktır. Unutmayın, değişim bir fısıltıyla başlar.
Dipnotlar
[1] New York Times’ın en çok satanlar listesinde bulunan The Help, Amerikalı yazar Kathryn Stockett’in Amerikan toplumu ve insanlık üzerine analiz yaptığı ilk romanıdır. Ayrıca ülkemizde “Duyguların Rengi” adıyla Pegasus Yayınları tarafından basılmıştır.
[2] Ku Klux Klan, Amerikan İç Savaşı’nın hemen sonrasında köleliğin kaldırılmasına ve daha da önemlisi Siyah Amerikalılar’ın haklarını bulmaya başlamasına karşılık Tennessee’de kurulmuş gizli bir örgüttür. Birkaç kere örgütün dağılmasına rağmen Griffith’in Birth of a Nation adlı filmiyle kendilerini duyurmuşlar, gizliliklerini ortadan kaldırarak tekrar faaliyet göstermeye başlamışlardır. Ku Klux Klan’a ilişkin Alan Parker’ın Mississippi Burning adlı filmi önemli bir örnektir.
[3] Jim Crow Kanunları 1968’e kadar, yani King’in ölümüne kadar yürürlükte kalmıştır. Kanunlara ilişkin birkaç örnek verecek olursak şunları söyleyebiliriz: Siyah Amerikalı erkeklerin konulduğu koğuşlarda veya odalarda kimse beyaz bir kadının bakıcılık yapmasını talep edemez, beyaz ve siyahi okullar arasında kitap alışverişi yapılamaz, hiçbir siyahi kuaför beyaz kadınlara veya kızlara kuaförlük hizmeti veremez.