Elbet hatırlayanı boldur, sinemanın topu, tüfeği, patlatacak arabası ve uçağı bol çocuğu Michael Bay’e 2000’lerde bir hal olmuş, kalbini her nasılsa eski korku filmlerini elden geçirme sevdası sarmıştı. Muhtemelen kısa süre öncesinde bu işe girişmiş Dark Castle Entertainment’tan etkilenmiş, kendi yapım şirketi Platinum Dunes’u da bu doğrultuda yönlendirmişti Bay…
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
Ne var ki Dark Castle Entertainment’ın düştüğü hatalara Platinum Dunes da düşmüş, ortaya çıkan yeniden çevrimler seyredilir seviyede ancak akılda kalıcılıktan uzak bir noktada kısılıp kalmışlardı. İki prodüksiyon şirketi de korku filmi meselesini ancak 2000’lerin sonlarında bir şekilde kavrayabildiler, ancak olan o zamana kadar çevrilen filmlere oldu. 1986 yapımı The Hitcher’ın aynı adlı 2007 uyarlaması da işte bu eli yüzü düzgün ama daima sönük kalmaya mahkum işlerden. Orijinal filmi karbon kağıdına kopya bir şekilde izleyen yeni The Hitcher eski filmin tutkunlarına nostaljik (ancak çok cılız) bir haz vermekten fazlasını yapamıyor.
Hikayemiz bahar tatili için kendilerini yollara veren genç bir çiftin yolda karşılaştıkları gizemli bir yabancıyı arabalarına almaları ile başlıyor ve daha sonra tüm süreç çift ve tekinsiz otostopçumuz arasındaki kedi-fare oyunu üzerinden yürüyor. Aslında hem Amerikan popüler kültüründe bolca lafı geçen bir şehir efsanesinden faydalanmasından, hem de yol gerilimlerinin kendine has dokusundan ötürü bu hikayeye kendimizi kaptırmamamız için hiçbir sebep yok, aslında seyrettiğimizde kaptırıp gidebiliyoruz da. Ancak işin sonunda ortada zaten oldukça iyi bir şekilde kotarılmış bir orijinal versiyon varken bu 2007 yapımı işi seyretmenin aslında özel bir gerekliliği olmadığını görüp harcanan vakte yanmaktan fazlası elimizde kalmıyor.
Filmin kendince farklılık katma çabaları yok değil, ancak tüm bu çabaların arkasında öyle çok kıvrak bir zeka göremiyoruz. Orijinal filmde hikaye tamamen bir arabayı Chicago’dan San Diago’ya götürmekle görevli sürücü Jim Halsey (C. Thomas Howell) ve kendini John Ryder olarak tanıtan psikopatımız (Rutger Hauer) arasındaki gerilim ve Ryder’ın Halsey üzerindeki taciz süreci üzerinden yürürken yeni film inatla işe seksapelitesi yüksek bir Grace Andrews karakteri (Sophia Bush) ekleme ihtiyacı duymakta. 1986 versiyonunda da bir kadın karakterin (Nash) hikaye ilerledikçe giriş yaptığını hatırlıyoruz, ancak 2007 versiyonumuz bu konuda fazla sabırsız. Bu durumun orijinal filmde iki erkek karakter arasındaki çatışmanın homofobik bir propaganda olarak algılandığı yorumlarının etkisi olabilir, gerçi Michael Bay bunu ne kadar mesele edinmiştir tartışılır. Yeni filmin orijinaldeki bazı ikonik sahneleri boşverip (Halsey’in patates kızartması ile imtihanı), bazı sahnelerdeki güçlü anlatıyı sırf R Rating için haybeye harcaması (meşhur tır sahnesinde kurbanın parçalanışının gösterilmesi) da ister istemez orijinalin hayranlarını üzüyor. Tüm filmin hükmünü birkaç sahne ile vermeye tabii gerek yok ancak sunulan işin ucuzluğu ne yazık ki göze batmakta.
John Ryder için Sean Bean’in seçilmesi konusu da kafa karıştırıcı. İlk başta doğru bir kararla yola çıkıldığı izlenimine kapılsak da emektar Bean, 1986’da Hauer’in ekranda yarattığı gerilimi bize sunabilecek bir performansa yeni Hitcher’da sahip değil. Kendince iyi bir iş çıkarıyor, Bean’in kötü adamı oynadığı ilk film olmadığından içindeki kötülüğe bir şekilde inanıyoruz. Peki sadistliğine? Bu nokta fazlasıyla muğlak. Beni ikna edemedi.
Zamanında gereksiz ölçüde vahşi ve aksiyon yüklü olduğu iddialarıyla eleştirmenlerce hiç sevilmeyen (hatta Robert Ebert’ten sıfır yıldız oyu almayı başarmış) orijinal The Hitcher bugün bile keyifle seyredilebilecek, hatta belki de korku-gerilim türü için çağının ötesinde olduğundan dolayı değeri ancak şimdi bilinebilecek bir film. Eğer yenisi ile orijinali arasında kalacaksanız kesinlikle 2007 remake’ini es geçin, yüzünüzü 1986’ya çevirin. İyi gerilimi orada bulacaksınız. Yeni versiyonda arabalar daha bir havalı patlıyor, orası ayrı…