Öncelikle belirtmek isterim ki, okumak üzere olduğunuz yazı, 14 Aralık Cuma gününden bu yana, yer yer fütursuzca, zaman zaman da şuursuzca eleştirilen Hobbit: Beklenmedik Yolculuk filminin hakkını teslim etmek adına yazılmıştır. O sebeple “tarafsız” bir değerlendirme ya da sırf ticari hamleleri sebebi ile Peter Jackson’a saldırı gibisinden içeriklere yer verilmediğini, hatta ve hatta görgüsüzce The Hobbit yıkaması yağlaması yapıldığını söylemek ve sizleri baştan uyarmak isterim… O halde, buyurun The Hobbit’i sevmek, hatta bağrımıza basmak için kale duvarı kadar sağlam 5 sebebi sizlerle paylaşalım!
1-) ESKİ DOSTLAR VE YEPYENİ MACERALAR:
Yüzüklerin Efendisi fanatikleri, üçlemede Tom Bombadil’in olmadığını öğrendiklerinde, kıyameti koparmışlardı hatırlarsanız. Peter Jackson bunun günahını mı çıkartmak istemiş bilinmez ama hem eski kahramanlara hem de yeni yoldaşlara, hikayede fazlasıyla yer vermiş. Elbette bu detaylandırmanın temel sebebi, tek bir kitabın, uzunca bir üçlemeye yayılması… Kimi izleyicilere göre, hikayeyi fazlasıyla hantallaştıran bu tacir dokunuşu, Tolkien severler için başlı başına bir ödül! Öyle ya! Film yapım aşamasında bile değilken, tek bir filmde hem Ak Meclis’in toplanışını, hem Boz Radagast’ın perdeyi uzunca bir süre işgal edeceğini, hem de Azog gibisinden karizmatik bir kötü karakterin perdeyi uzun uzun titreteceğini aklımızın ucundan bile geçiremezdik! Peter Jackson, Yüzüklerin Efendisi’ndeki rüya takımının büyük bir kısmını, The Hobbit üçlemesine de transfer ederken, salt ağzımıza bir parmak bal çalmayı düşünmemiş anlaşılan! Diğer yandan, perdede Christopher Lee’yi izlemek, bizim gibileri hala ve hala heyecanlandırıyor! Tabi daha önce yüzlerce defa dile getirilmiş de olsa “Ian Mckellen, kesinlikle Gandalf’ı oynamak için doğmuş.” diyerek ritüeli bozmamak icap eder.
2-) EPİK FANTEZİ ÖZLEMİ:
Kuşkusuz ki Yüzüklerin Efendisi, beyazperdedeki epik fantezi trafiğine hız kazandırmayı başardı. Fakat uzun soluklu serilerin büyük bir kısmı, yine yetişkinlerin ilgisini çekmekten uzaktaydı. Evet, perdede münferit fantastik seriler ve mitolojiden bozma dolgun bütçeli görsel hadiseler görmeye ve tüketmeye alışmıştık ama bizi koltuğumuza çivileyecek türden bir epik fantezi filmi izlemeyeli uzun zaman olmuş! Walsh ve Jackson ikilisinin Orta Dünya uzmanlığı, belki bir Yüzüklerin Efendisi yaratmamış olabilir ama hikaye bazından The Hobbit’in hakkını teslim ettiklerini de söylemek gerekir.
3-) GÖRSEL VE İŞİTSEL CİLA:
Tamam! CGI’ın kendisini fazlasıyla tekrarladığını ve artık görsel algımızda iyice bayatladığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte filmin dijital karakterleri olan Goblin Kralı, Azog ve tabi dijital detaylarının üzerinde biraz daha durulmuş olan Gollum, bizi hala biraz biraz heyecanlandırmıyor değil! Tabi Taş Devler’in dolgun prodüksiyonlu kavgası, muhteşem ötesi Erebor tasviri de Hobbit’in artı hanesini kabartan güzellikler arasında yer alıyor. Ayrıkvadi’yi daha geniş açıdan görmemiz, Azanulbizar Savaşı’ndan kesitler hatta ve hatta tüm sinir bozuculuğu ile Radagast da menünün ara sıcakları olarak bu görsel sofrada yerlerini alıyorlar. Az da olsa Dol Guldur’u görmüş olmak da gözlerimizi biraz daha şenlendiriyor açıkçası. Saniyede 48 kare denemesi şu an için kelimenin tam anlamı ile bir “devrim” niteliği taşımasa ya da aksiyon sahnelerinin bir kısmı gümbürtüye gitse de, goblin mağarasından kaçış sahnesinin, gözlerimizi okşadığını itiraf etmek gerekir. Bununla birlikte, müzikal mirasının büyük kısmını Yüzüklerin Efendisi hesabından sömürse de, Thorin’in ağzından dökülen Misty Mountains Cold, kısa sürede dillere pelesenk olmakta gecikmedi!
4-) AİLENİN YENİ ÜYELERİ:
Jackson’ın oyuncu seçimindeki isabetli kararlarını ayrıca alkışlamak gerekir. Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde şaşkın ötesi Artur Dent olarak izlediğimiz Martin Freeman, yine “nereden düştüm bu maceraya” sendromundan mustarip bir başka karakter olan Bilbo Baggins’i eğlenceli bir biçimde ete kemiğe büründürüyor. Jackson’ın, macerada, Aragorn gibisinden karizmatik bir kahramanın boşluğunu doldurmak adına adeta revize ettiği ve Richard Armitage suretinde hayat bulan Thorin Meşekalkan ise, adeta perdeden taşıyor! Spartacus’un Crixus’u Manu Bennett’e performansını borçlu olan Azog ise, bir epik fantezi çeşitlemesinde görmek isteyeceğimiz türden, üst düzey bir kötü karakter olarak karşımıza dikiliyor adeta! Sylvester McCoy’un Boz Radagast’ı ise, Saruman’ın tüm aşağılamalarını haklı çıkarırcasına sinir bozucu! Bütün bu başarılı tercihler arasında, Lee Pace’in buz gibi Thranduil çeşitlemesi biraz göze batıyor o kadar!
5-) ELBETTE Kİ TOLKIEN FAKTÖRÜ:
Filme getirilen en büyük eleştirilerden biri, aksiyon sahnelerinin gereğinden fazla uzun olması. Kaldı ki, 350 sayfalık “görece” kısa bir masal olmasına rağmen The Hobbit, arda arda sıralanan maceralar silsilesine sahiptir. Birden karşımıza çıkan ve her biri birbirinden farklı karakter özelliklerine sahip 13 cücenin (dolayısı ile 13 yeni karakterin) paldır küldür izleyicinin burnuna sokulacak olması, hiç kuşkusuz; Shire toplantısı kısmının uzun tutulmasından çok daha büyük hazımsızlıklar doğuracaktı. Elbette, 3 filme yayılan böyle bir hikayenin, süreyi uzatmak adına açık hesaptan aksiyon kontenjanını doldurması beklenen bir hamleydi fakat Hobbit, öyle abartıldığı kadar aksiyona bulanmış kof bir film falan değil! Tersine, uzun tutulan tanışma merasimi, Gollum – Bilbo karşılaşması, Ak Meclisin bir araya gelmesi gibi kilit ve uzun sahnelerin sindirimi için, bahsi geçen aksiyon curcunaları, izleyicinin hazım sıkıntısına da deva olacak şekilde yerleştirilmiş hikayeye.
Tabi bu avantajları ile birlikte Hobbit’in en büyük dezavantajı, izleyicide ısrarla yeni bir Yüzüklerin Efendisi algısı yaratması. Proje Guillermo Del Toro ile ilerlemiş olsaydı yine aynı sıkıntı baş gösterir miydi orası tartışılır ama Hobbit: Beklenmedik Yolculuk, kesinlikle yaşadığımız heyecanın hakkını veren bir başlangıç sunuyor bizlere. Her ne kadar Peter Jackson tarafından şişmanlatılıp, Bombur’a döndürülse de…