Amerikan sinemasında, ayakları yere sağlam basan çoklu karakter dramalarının ağırlığının son yıllarda giderek azaldığını gözlemliyoruz. Hollywood işin kolayına kaçıp, ajitasyon düzeyi yüksek, politik doğrucu, “hap yap, para kap” tarzı senaryolara yöneliyor, karakter dramalarını ise maksimum iki kişiyi mercek altına alacak şekilde daraltıyor. Bu bağlamda, tıpkı iyi bir romanda olduğu gibi çok sayıda ana ve yan karakteri bir kuyumcu titizliğiyle birbirine bağlayan ve sayısız analize imkân veren öyküsüyle ön plana çıkan The Holdovers’ın (2023) Amerikan sinemasının bu yılki en büyük sürprizlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Hasret kalmışız böyle kılı kırk yaran senaryolara, film birkaç ay sonra senaryo dalında Oscar’a uzanırsa şaşırmam.
The Holdovers sadece üç ana karakterini (Paul, Mary, Angus) değil, kısacık ekran sürelerine rağmen Ollerman, Park, Kountze, Danny, Lydia gibi çok sayıda yan karakterini de sayısız detayla zenginleştiren müthiş bir senaryoya sahip. Angus Tully’nin anne-babası, Paul’un mesai arkadaşları, Mary’nin kız kardeşi hikâyenin belkemiğine ustalıkla eklemlenmiş. Zaman ilerledikçe kartlar masaya açılıyor ve her bir ana karakterin (Paul, Mary ve Angus) niye öyle olduğunu, neden öyle davrandığını anlıyoruz. Üstelik üç ana karakter de öykü ilerledikçe değişiyor, dönüşüyor.
The Holdovers’ın aynı anda çalışan çok sayıda hikâye aksı var. Bu akslar, ırk ayrımcılığı, sınıf çatışması, eğitim etiği, ahlak, yalnızlık, yersizyurtsuzluk, işlevsiz aile, babasızlık, yoksulluk, eğitimde eşitsizlik gibi çok sayıda temayla besleniyor. Her birini tek başına ele alıp oturaklı bir kritik yazmak mümkün, bense şimdiye kadar yabancı basında okuduğum eleştirilerde gözden kaçtığını gördüğüm bir açıdan filmi ele almaya çalışacağım: Üç ana karakterin -Paul, Mary ve Angus’ın- üçünün de madde bağımlısı olması gerçeğinden…
“Alcohol is the anesthesia by which we endure the operation of life.”
George Bernard Shaw
Şu sıralar Burt Lancaster’ın oynadığı, Amerikan Rüyası kavramını yerle bir eden The Swimmer (1968) adlı şaheser üzerinde çalışıyorum. İzlemeyenler için şöyle söyleyeyim, Kevin Spacey’li Amerikan Güzeli (American Beauty, 1999) bir nevi The Swimmer’ın güncel değerlerle donatılmış bir yeniden çevrimi gibidir. The Swimmer’ın uyarlandığı John Cheever öyküsünden başlayarak çıktığım yol beni, 1960’lı yılların ortalarında Amerikan burjuvalarının tehlikeli seviyeye ulaşan alkol bağımlılığı meselesini araştırmaya kadar götürdü. Küba Füze Krizi yaşanmış, koca bir ülkenin ümit bağladığı Başkan Kennedy öldürülmüş, Vietnam Savaşı’na (İkinci Çinhindi Savaşı) taraf olunmuş, gençlik hareketleri yükselişe geçmiş, siyasi yozlaşma artmış ama bir yandan da Amerikan kapitalizmi dolu dizgin ilerliyor, devasa bir sermaye hareketliliği ve sınıf geçişmesi var. Burjuvazi güçleniyor. Ekonomide “sızma etkisi” (düşük gelir gruplarının sanki yüksek gelir grubundaymış gibi harcama yapması) artıyor. Mesela o harika Mad Men dizisi demin kısaca adını andığım dönemi reklamcılığın yükselişiyle (Reklamcılığın Altın Çağı) paralel bir şekilde başarıyla anlatır. İşte kapitalizmin (televizyonculuk, reklamcılık, dergicilik gibi sayısız alt-sektör vasıtasıyla) günden güne güçlendiği, zehirli bir örümcek gibi toplumu ağına düşürdüğü bu zaman diliminde birçok Amerikalının kendini devasa bir boşlukta buluverdiğini öğreniyoruz. Sadece temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilecek durumda olan burjuvazi değil, neredeyse tüm Amerikan toplumu bir tür anlam krizi yaşıyor ve kaygı bozukluğuna (anksiyete) yol açan bu varoluş krizini aşmaya çalışan milyonlarca Amerikalı madde bağımlısı olup çıkıyor. Alkol, ilaç ve uyuşturucunun önlemez yükselişi başlıyor. The Holdovers’ın madde bağımlısı ana karakterler etrafında şekillenen öyküsü işte böyle bir dönemde geçiyor, 1970 yılının Noel’inde.
Paul Hunham’ı ilk gördüğümüzde, dairesinde hem çalışıp hem viski (Jim Beam) içtiğini anlıyoruz, kamera özellikle içki şişesini yakın plan alıyor. Paul’u Müdür Hardy’nin odasında ilk kez gördüğümüzde masanın üstünde kaliteli bir konyak (Remy Martin Louis XIII) olduğunu görüyoruz, sohbet konusu oluyor, okulu yöneten vakfın mütevelli heyeti müdür beye bu kaliteli ve pahalı içkiyi Noel hediyesi olarak vermiş.
Paul’u ilk kez Mary Lamb’le sohbet ederken gördüğümüzde, Mary sigarayla şarap içiyor. Paul bana da şarap verir misin diyor, Mary ikram ediyor. Daha sonra defalarca aynı ortamda içki içtiklerini görüyoruz, hatta Paul bir sahnede Mary’ye içki hediye ediyor. Mary de acısıyla baş etme yöntemi olarak içkiyi seçmişe benziyor. Filmde Mary’yi de Paul’u de sarhoş gördüğümüz sahneler var. Paul’u içki dükkânından içki alırken gördüğümüz bir sahne var, Harvard’dan sınıf arkadaşıyla yolda karşılaşınca anksiyetesi artıyor, dengesi bozuluyor, çözümü hemen içkide arıyor. Mary’den emin olamıyoruz ama Paul’un bir alkolik olduğu kesin. Tatilde okulda kalmak zorunda kalan öğrencilere sabah ders anlatırken bile içki içtiğini görüyoruz, bunu fark eden bir öğrencisi diğer bir öğrenciye, “Saat sabahın 11’i ve daha şimdiden içmeye başlamış bile. Viskinin kokusunu alabiliyorum” diyor. Paul alkol tüketmeden akşam yemeği yiyemiyor, uyuyamıyor, kısacası yaşayamıyor bile. Alkollü araba kullanmak da cabası. Finalde bile demlenmeye devam ediyor Paul. Yetişkinler böyle de peki ya çocuklar?
Mary: So, how are the boys?
Paul: Broken in body and spirit.
Çocukları yurtta gördüğümüzde hem sigara hem ot (marihuana) içtiklerini anlıyoruz, hatta birbirlerinin sigaralarını çaldıkları kesin. Çocukların çoğu sigara içiyor, beraber cıgara da tüttürüyorlar. Angus’ın bira konusunda bir damak tadı (Miller) olduğunu anlıyoruz, sigara da içiyor. Her ne kadar birden fazla kez niyetlense de Angus’ı içki içerken görmüyoruz ama bunun nedenine biraz değineceğim. Ama restoranda rahatsızlık verdiği biriyle arayı tatlıya bağlamak için o kişiye ve arkadaşına bira ısmarlanıyor. İçki bazen bir kefaret bazen bir ödül bazen de bir hediye olarak görülüyor. Dikkatli bir şekilde bakıldığında film boyunca viski, bira, kokteyl, şarap, burbon, konyak fark etmeksizin içkinin su gibi aktığını, âdeta toplumsal histeriyi yansıtan bir tür indikatöre dönüştüğünü görüyoruz. Partiler, içki dükkânları, barlar, restoranlar, bowling salonları, konutlar, idari binalar… Mad Men’i, The Swimmer’ı çağrıştıran bir tür delilik çağında olduğumuzu anlıyoruz, herkes sanki bir şeyden kaçarcasına ya da bir şeyi unutmak istercesine sürekli içki içiyor, Noel Baba dahil.
Sadece bu da değil, bir de tütün bağımlılığı var. Mary mutfağında çalıştığı anlar hariç mütemadiyen deli gibi sigara içiyor, Paul ise pipo kullanıyor. Paul çocuklara sabah antrenmanı yaptırırken ya da mutfakta Mary’ye yardım ederken ya da sinema salonunda film seyrederken bile piposunu tüttürmeyi ihmal etmeyen biri. Sürekli bir dumanaltı olma durumu var. Zaten bir süre sonra okuldaki yemek masasında da içki (Old Forester), tütün aynı anda tüketilmeye başlanıyor.
Ama asıl şaşırtıcı olan, hikâye ilerledikçe küçük ipuçlarıyla kendini gösteren ilaç bağımlılığı. Paul’un Angus’ın adı geçen doktorunu merak etmesiyle başlayan süreç bir otel odasında ikisinin de aynı reçeteli ilaca (Librium) bağımlı birer depresyon hastası olduğunu öğrendiğimiz kısacık sahneyle dramatik bir şekilde son buluyor. Bu iki yaralı ruhun benzer psikolojik dertlerden muzdarip olduğu ortaya çıkıyor, muhtemelen tek farkları, Paul’un kullandığı ilacın etkin madde gramajı. Librium’un anksiyeteye ve alkol/madde yoksunluğuna iyi gelen bir sakinleştirici olduğunu not düşeyim.
Paul ve Angus’ın kalpleri belli ki peş peşe gelen hüsranlarla taşlaşmış, bunu ima eden sahneler var. Paul’un Lydia’nın (Bayan Crane) partisinde onun aslında bir erkek arkadaşı olduğunu öğrendiği ânı ele alalım. Fonda Yılın En Harika Zamanı adlı parça çalarken Lydia sevgilisini büyük bir tutkuyla öpüyor ve kamera Paul’un yüzüne odaklanıyor. Paul o ânda “Ben bu hayal kırıklığını defalarca yaşadım, ne gereği vardı bir şeyler bu sefer değişecekmiş gibi boşu boşuna ümitlenmenin?” der gibi bir bakış atıyor. Muazzam. Benzer bir bakışı Angus’ın babasıyla yaptığı görüşmenin son cümlesinin hemen ardından görüyoruz. Babası evladının ellerini usulca tutuyor, ona bir şey demek istediğini söylüyor. Onu tanıdığını, hatırladığını hatta onu sevdiğini söylemesini beklerken baba bir anda “Sanırım yemeğime bir şey koyuyorlar” deyiveriyor. Paul’un yaşadığına benzer o sessiz ama devasa yıkımı Angus’ın gözlerinden okuyabiliyorsunuz: “Ben bu hayal kırıklığını defalarca yaşadım, ne gereği vardı bir şeyler bu sefer değişecekmiş gibi boşu boşuna ümitlenmenin?”
Angus’ın düş kırıklıklarıyla dolu geçmişini kısaca özetleyen bir diğer sahneyi de filmin başlarında izlemiştik. Filmdeki en agresif, en acımasız öğrenci olan öksüz ve yetim Kountze, Ollerman’ın bir eldivenini alıp sırf pislik olsun diye buz gibi nehre atınca Angus Ollerman’a şöyle demişti: “Her baktığında diğerini kaybetmenin acısını hatırla diye sana eldiveninin tekini bıraktı”. Bu söz aynı zamanda Angus’ın kendi aile hayatına dair bir metafor olarak da düşünülebilir.
To our absent friends and family…
Alexander Payne’in The Holdovers’ı yokluk hissinin insanlar üzerindeki yıpratıcı ve yıkıcı etkilerine odaklanan bir drama. Payne, Paul’un binanın önünde “Angus!” diye bağırdığı sahne hariç, yönetmenliğini hikâyenin önüne geçirmekten kaçınan sade bir yönetimi yeğliyor. Revirde kalma/yaşama, spor salonunda sakatlanma, ruhsal durumuyla akıl hastanesinde yüzleşme, karla kaplı soğuk bir yerde aile sıcaklığını hissetme gibi karşıtlıklar üstüne kurduğu hikâyesinde hiç hakiki arkadaşı olmayan birkaç insanı ele alıyor. Bu insanların ortak özelliği, hayalleri bile tam olmayan (yarım olan) ruhen yalnız(laştırılmış) alkol/madde bağımlısı bireyler olmaları.
Curtis’in babası, Mary’nin kocası Harold, oğlu doğmadan evvel bir iş kazasında can vermiş. Annesi Paul küçükken ölmüş, babası “orada olmayan adam”mış, Paul 15 yaşındayken Barton’a yatılı okumaya gelmiş. Angus’ın babası bedenen orada olan ama ruhen olmayan bir adammış. Farklı tarzlarda çeşitli yoksunluklar yaşayan üç insanın dramını izliyoruz, üstelik filmin finalinde katharsis falan yok, üçü de belirsiz bir geleceğe yelken açıyor. Filmin başıyla sonu arasındaki yegâne fark, artık bu acımasız dünyada yapayalnız olmadıklarını anlamaları. Paul, Mary ve Angus artık tek başlarına değiller, her birinin iki yeni arkadaşı var, The Holdovers işte bu arkadaşlığın doğuş hikâyesi…
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç