On üç koloni kurulduktan yüzyıl sonra, 1880’li yıllar… Ülkenin pek çok yerinde düzen sağlanırken, Vahşi Batı’da açlık, hastalık, kıtlık gibi zor şartların bölge halkını kırıp geçirdiği bir dönemdeyiz… Çocuklarını kaybeden, tecavüze uğrayan kadınlar; büyük umutlarla bölgeye gelip topraklarını genişletmek ve çiftlik sahibi olmak isteyen ama doğa ananın gazabına uğrayan erkekler… Ve bunca hengâmenin içerisinde, erkek egemen dünyada yalnız yaşayan bir kadın…
Tommy Lee Jones’un, The Three Burials’dan sonra yönetmen koltuğuna oturduğu ikinci film olan The Homesman, Batı’nın çetin koşullarına dayanamayıp akli dengesini yitiren üç kadını Doğu’ya götüren başka bir kadının, Mary Bee Cuddy’nin (Hilary Swank) hikâyesini anlatıyor. Evlenememiş olmanın ve çirkin bulunmanın getirdiği incinmişlik duygusu ile katılaşan ve erkeksi özellikler kazanan Mary, toplum dayatmaları altında ezilen bir karakter. Eş sahibi olmadan, aile kurmadan hayatta kalamayacağı yönündeki genel inanış sebebiyle karşısına çıkan her erkekle evlenme hayalleri kuruyor fakat her reddediliş, kendisini dünyaya kanıtlama arzusunu biraz daha arttırıyor. Gün geçtikçe artan bu rüştünü ispat çabası, kendisinden karakter olarak daha zayıf ama fiziksel açıdan daha güzel üç kadının hamiliğini üstlenmesine yol açıyor ve Mary, hayatını kurtardığı adamla birlikte dönemin koşullarında asla çıkılmaması gereken bir yolculuğa sürükleniyor.
Glendon Swarthout’ın aynı adlı romanından uyarlanan The Homesman, her ne kadar güçlü kadın başkarakter imajı çizse de durum pek de sanıldığı gibi değil. Zira duygusal açıdan katılaşmış, erkeksileşmiş bir kadının ayakta durabildiğinin altının çizilmesinin yanı sıra, Mary’nin yolculuğa çıkarken taşıdığı son ümidi kaybetmesinden sonraki tavrı da güçlü bir kadın karakterle karşı karşıya olmadığımızın kanıtı haline dönüşüyor. Nitekim Tommy Lee Jones’un canlandırdığı George Briggs’in (Tommy Lee Jones) hikâyeye eklemlenmesiyle birlikte Mary’nin giderek önemini kaybetmesi de bu düşünceyi destekliyor. Öyle ki, film finale doğru alışık olduğumuzun dışında bir tavır sergileyerek yan karakteri odağına alıyor ve hikayeyi onun üzerinden devam ettiriyor. Ancak bu yaklaşım, tek başına filmin ya da romanın kadına yönelik olumsuz bir bakış açısına sahip olduğu anlamına gelmiyor. Bilakis paraya, mala, mülke sahip bir kadının tek başına hiçbir şey olduğunu, evlenmeden yaşamını dahi sürdüremeyeceğini vurgulayarak dönemin koşullarında kadın olmanın ne anlama geldiğini vurgulamaya çalışıyor. Karşısına da George Briggs gibi oldukça problemli bir erkek karakter koyarak, bir erkeğin en pespaye haliyle bile yalnız bir kadından daha değerli olduğu gibi vahim bir gerçeği gözler önüne seriyor.
Filmin sıkıntılı olduğu noktaya gelince… The Homesman’i izleyen, biraz da yol filmlerini seven hemen herkesin Tommy Lee Jones’un çok iyi bir hikâye anlatıcı olduğu konusunda hemfikir olacağı aşikâr. Fakat filmin başında hissedilen senaryo boşlukları ve deliren kadınların, neden akıllarını kaybettiklerinin açıklandığı sekansların havada kalması hali filmi zayıflatan unsurlardan biri oluyor. Yine de nereden bakarsanız bakın The Homesman, etkileyici hikâyesi, erkek baskısı altında kadın olma halini anlatımı ve western tadı ile yol filmlerini sevenlerin kaçırmaması gereken lezzette bir yapım. Tommy Lee Jones ve Hilary Swank’ın müthiş oyunculukları da cabası!