Andrew Niccol kurmaca hikayelere meraklı, aynı zamanda yazar/senarist kimliğine sahip bir yönetmen. Yönetmenliğini üstlendiği filmlere göz atacak olursak Gattaca (1997) ile başlayan serüveninde Lord of War (2005) filmi haricinde bilim-kurgu yapımlarıyla karşımıza çıktığını görüyoruz. Stephenie Meyer için ise 5 yıl boyunca aralıklarla sinemayı meşgul eden Twilight serisinin yazarı olduğunu belirtelim. İşte The Host/Göçebe (2013) bir nevi Meyer ile Niccol’ün ortak çalışmasının ürünü.
Öteki Sinema için yazan: Mustafa Yahşi
Stephenie Meyer’in aynı adlı romanından uyarlanan The Host’u senaryoya dökme görevini Andrew Niccol üstlenmiş. Meyer’in ne Twilight serisini ne de The Host’unu okumuş değilim, bu yüzden romanlarla ilgili bir söylemde bulunmam doğru olmaz, ancak hikaye olarak baktığımızda paralel bir kurguya sahip oldukları aşikar. Twilight serisinde vampir kimselerin kurt adamlarla olan geçmişteki problemleri “kötü vampirlere” karşı birliktelikleri ile ortaklığa dönüşmüştü. Tabi, yine film içerisindeki aşk faktörü ile hikaye dağılıp toparlanamama sürecine giriyordu. The Host (2013) için de benzer bir durum söz konusu.
Yazının ilerleyen kısımlarında filmle ilgili detaylara yer verilmektedir.*
Dünya, başka bir canlı türü tarafından istila edilir ve bu uzaylı kesim insanların bedenlerini ele geçirerek insanlığın sonunun gelmesine sebebiyet verecek bir durum oluşturur. Uzaylılar (ışık demeti şeklinde tasvir edilmiş), insan bedenleri üzerinde parazit bir yaşam sürerek hayatlarını sürdüren canlılar. Bu duruma direnen grup içerisinde Melanie’nin yakalanması sonrası, Wanderer’in Melanie’nin bedenine transferi ve Melanie’nin bedenini terk etmeye direnmesi sonrası yaşananlar hikayenin ana kısmını oluşturuyor.
Wanderer/Melanie grubuna geri dönüş yapar, ancak grubu tarafından dışlanır. İki farklı ruh/kişiliğin sahip olduğu bir beden, beden ile ruh/karakter ilişkisi ve uzaylı ile direnişçiler tarafından dışlanan Melanie/Wanderer’in hikayesi umut verirken, birden 4 kişilik aşk hikayesi ile kendini “aşan” Meyer devreye girer ve film bilim-kurgudan çıkar/kendi içerisinde dağılır.
Aşk/sevgi görüldüğü kadarıyla kişiyi insan yapan temel değer, bunu çıkardığımızda geriye kalan şey insanlıktan da çıkmış oluyor ki hikayeyi çözen kilit nokta da bu duygu oluyor, ne zaman bir problem ortaya çıkarsa duygunun varlığı sayesinde çözümleniyor. (Melanie/ Wanderer’in direnişçiler tarafından kabulünün bu duygu sayesinde gerçekleşmesi gibi) Çizilen portreye bakıldığında ise asıl insancıl olanların uzaylı kesimin olması ise nasıl bir tezat, anlamak güç.
Set, kostüm tasarımı gibi olgular (mise-en scene) Andrew Niccol’ün diğer bilim kurgu yapımlarıyla paralellik gösteriyor. Öteki kesim yine duygulardan yoksun, mükemmellik peşinde ve tabi ki beyazlar içerisinde resmedilmiş. Nitekim uzaylıların eksikliği duygularının olmaması olarak yansıtılmış.
Fikir aşamasında güzel olabilecek bir hikaye ve başlangıç aşamasında farklı bir bilim kurgu seyredeceğimiz hissi yaratan The Host, maalesef Stephenie Meyer engelini aşamamış. Niccol bedenin insanı hangi ölçüde tamamladığı/tanımladığı, ötekileşme, iki kişinin bir bedeni/hayatı paylaşması gibi sorular sordurabilecekken, birdenbire Melanie/Wanderer’in derinliği dahi olmayan aşk dünyasına dalıyor ve bizi de şaşırtıyor. (Melanie’nin Wanderer’e karşı çıkması için illa ortada somut bir öpüşme anının gereği gibi sahnelere ise denecek laf yok.) Devamının çekileceği söylentilerinin dolaştığı The Host için temennim yeni bir Twilight vakasına dönüşmemesi.