The House of the Devil 2009 yılı mahsulü yetenekli genç yönetmen Ti West tarafından yazılıp yönetilmiş olan ABD yapımı bir film. 1980 doğumlu West ilk uzun metraj filmi The Roost’u 2005 yılında çekti. Sonrasında sırayla Trigger Man (2007), The House of the Devil (2009) ve Cabin Fever 2: Spring Fever (2009) isimli filmleri yönetti.
Öteki Sinema için yazan Murat Kızılca
Samantha Hughes (Jocelin Donahue) öğrenci yurdunda kalan bir üniversite öğrencisidir. Oda arkadaşının aşırı dağınıklığının yanısıra erkek arkadaşı ile oynaşma seanslarını uzun tutması nedeniyle bazı geceler yatağına kavuşamaması sonucu Samantha’nın canına tak eder ve ayrı bir eve çıkmaya karar verir. Ev arama çalışmaları sırasında şansı yaver gider ve tam kafasına göre bir ev bulur. Evin sahibesi de (Dee Wallace) Samantha’yı çok sever ve depozito almayacağını ama ilk ayın kirasını peşin istediğini söyler. Nakit sıkıntısındaki Samantha, okulun panosunda bebek bakıcısı arayan bir ilan görür ve hemen ilandaki numarayı arar. Telefondaki ürkütücü ses hemen o gece gelmesi gerektiğini söyler. Gitmesi gereken ev yerleşim yerinin bir hayli dışında, ormanın içindedir. Yakın arkadaşı Megan (Greta Gerwig) Samantha’yı arabasıyla kalacağı eve kadar götürür. Ev sahibi Mr. Ulman (Tom Noonan) aslında bakması gereken kişinin bir bebek değil, yaşlı ve hasta kayınvalidesi olduğunu söyler. Kendisi o gece karısı Mrs. Ulman (Mary Woronov) ile beraber dışarı çıkmak durumundadır. Megan’ın bütün itirazlarına rağmen, Mr. Ulman’ın çok yüksek bir ücret önermesi üzerine Samantha teklifi isteksizce kabul eder. Herkes ayrıldıktan sonra evde tek başına kalan Samantha etrafı kurcalamaya başlar. Bir dolabın içerisinde eski aile fotoğrafları bulur. Fotoğrafların Ulmanlara ait olmadığını gördüğünde nihayet bir şeylerin yolunda olmadığını fark eder.
Yönetmen West konusu hemen herkese pek de farklıymış gibi gelmeyen bu film ile bambaşka bir şeyin peşinde olduğunu daha filmin ilk kareleri dönmeye başladığında hissettiriyor. Seksenli yıllar korku sinemasına damgasını vurmuş olan bebek bakıcısı eksenli ‘slasher’lar, lanetli ev hikayeleri ve şeytana tapanlar gibi gözde alt türlerin birleşiminden oluşan bir film ortaya çıkarmış. Ama bunu yaparken günümüzün modası olan seksenlerin korku klasiklerinin yeniden çevrimlerinde (remake) olduğu gibi filmini modern bir dille anlatma yanılgısına düşmemiş. Ya da başka örneklerde görüldüğü üzere seksenli yıllarla dalga geçen, türün bilindik klişeleri üzerine kurulu dönemin filmlerini tiye alan bir yola da sapmamış. Bütün bunların tam aksine gerek çekim teknikleri olsun, gerek mekan tasarımları, kıyafetler, makyajlar, müzikler olsun tamamen o yıllara ait bir film çekmeye çalışmış. Bu konuda ufak tefek ayrıntılar dışında çok başarılı olduğunu söylemeliyim.
West, oyuncu seçimlerini de buna göre yapmış. Tom Noonan (Manhunter 1986, The Monster Squad 1987), Mary Woronov (Chopping Mall 1986, Night of the Comet 1984) ve kısa bir rolde görünen Dee Wallace (Cujo 1983, Critters 1986) seksenler korku sinemasına aşina dikkatli izleyicilerin birçok filmden hatırlayabilecekleri simalar. Adını saydığım eski tüfeklerin dışında Samantha rolundeki 1981 doğumlu genç oyuncu Jocelin Donahue, kelimenin tam anlamı ile döktürüyor. Birileri yarın öbür gün bu kızın seksenlerden ışınlanıp bugüne geldiğini söylese hiç düşünmeden inanırım. Daha iyi bir seçim olamazdı.
“Ne yani, seksenli yıllarda çekilmiş izlenimi veren bir film yapılmış, filmin bütün numarası bu mu?” diyebilirsiniz. Cevabım kesinlikle hayır olacak, filmin bütün numarası tabii ki bu kadar değil. Konu basit. Tahmin edilmeyen hiçbir sürpriz barındırmıyor ama buna rağmen filmin isimlendiremediğim bir büyüsü var. Sessiz ve sakin bir tempoda ilerleyen ve bir saatten biraz fazla süren ilk kısmına hasta oldum. Gergin ve tedirgin edici bir bekleyiş. Bu kadar uzun süren bir bekleyişin sonunda ise film, zembereği boşanmış bir yay gibi süratleniyor ve pek sevemediğim bir final ile nihayetleniyor. Megan’ın mezarlık sahnesi ile Samantha’nın evin içinde walkmanin sesini sonuna kadar açıp dans ettiği sahneler uzun süre akıldan çıkmayacak güzellikte. Aslına bakarsanız filmin bütününün verdiği his tam da bu şekilde: The House of the Devil uzun süre akıldan çıkmayacak güzellikte bir film.
Bütün Öteki Sinema takipçilerine mutlaka izlemelerini önerdiğim bu filmin DVD ve Blu-Ray baskılarının dışında VHS formatında da satışa sunulduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Sırf seksenler havası yaratması bile benim için önemli. Aynı amaçla ortaya çıkan filmlerin mevcut seyirciyi elinden kaçırmamak için pastişe kaçmasından hoşlanmıyorum. Henüz izlemedim ama en merak ettiğim, umutlu olduğum filmlerden kendisi. Murat’ın yazısı da iyice gaza getirdi. Bu merakta The Roost’un da etkisi var. Hem afişin güzelliğine bakar mısınız…
Murat Kızılca’dan adına yakışır bir seçim…
Evet, gerçekten afişinden pazarlamasına kadar (Vhs formatında sunulması) 80’ler atmosferini yakalama amacı güden bir film. Oyunculuk açısından Samantha seçimini çok önemli görüyorum. Filmin büyük çoğunluğuna sırtına dayadığı bu karakter, kötü canlandırıldığı takdirde çekilmez bir filme dönüşebilirmiş. Neyse ki öyle olmamış. En azından ben, evde yalnız kaldığı uzun sahnelerde Samantha’yı izlemekten sıkılmadım. Ama çoğu izleyiciye sıkıcı gelebilecek bir yalnızlık olarak da görüyorum bu sahneleri. Devamlı etrafı inceleyen, zamanın geçmesi için olur olmaz işlerle uğraşan Samantha, en başından beri şüphelendiği işin arka planına oldukça geç giriş yapıyor. Olumsuzluk mu desem bilmiyorum ama filmin handikapı olarak gördüm bu durumu.
Onun dışında kısa ve etkili şiddet (gore) sahneleriyle şok edici ve başarılı bence. Özellikle son 15-20 dakikası gerilim tavan yapıyor. Tesadüfen izlediğim ve 2008 yılında çekilmiş “Babysitter Wanted” filmiyle konu ve gidişat olarak da benzeşiyor. Ama yaratılan atmosfer ve şiddet sahneleriyle bir gömlek üstü diyebilirim. İlgiye değer bir korku örneği…