Kuyuya Taşı Kimin Attığı Önemli mi?
The Hunt / Onur Savaşı, hiç kuşkusuz geçtiğimiz yılın en önemli sürprizlerinden biriydi. Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’ın sekizinci uzun metrajlı filmi, toplumun ön yargılarına dair klişeye eş değer gevelemelerin zincirini tamamen kırarak, asparagas üzerinden neredeyse absürt bir “hedef gösterme” mevhumunu kendisine konu ediniyor.
Vinterberg’in, basit bir iftira hadisesinden yola çıkarak, her adımda taşlarını itina ile dizmeyi başardığı film, pek çok açıdan, içinde sosyal medyanın ‘s’sinin bile geçmediği bir yeni medya eleştiri olarak bile değerlendirilebilir rahatlıkla! Üstelik Vinterberg, bunu yaparken, izleyicinin sinirlerini germek adında türlü numaralara girişmek yerine, meseleyi neredeyse sosyal medya takipçilerinin çabuk galeyana gelmeye müsait, biraz da güdülenmiş / kurgulanmış hassasiyet çizgisine yaklaştırmayı tercih ediyor.
Bütün bu olayların merkezinde yer alan, 40 yaşındaki Lucas; gündelik düzenini alt üst eden bir boşanma sürecinden sonra hayatını yeniden düzene sokmaya, iki yakasını bir araya getirmeye çalışmaktadır. Yaşadığı muhitin yakınlarında bir kreşte çalışmaya başlayan Lucas, yeni kız arkadaşı ile duygusal yarasını dikmeye, oğluyla da arasındaki sallantılı ilişkiyi onarmaya uğraşır. Bulunduğu muhitteki bir kreşte çalışmaya başlayan Lucas, görünürde hem semt sakinleri hem de arkadaşları tarafından sevilen ve saygı duyulan biridir.
Fakat Lucas’ın yavaş yavaş ritmini bulmaya başlayan düzeni, öylesine söylenmiş küçük bir yalan yüzünden alt üst olur. Kreşteki küçük kızlardan biri olan Klara’nın söylediği bu yalana göre Lucas kendisine cinsel tacizde bulunmuştur. Hayal dünyası oldukça geniş olan, melankolik Klara’nın bu iftirası Lucas’ı kasaba halkının gözünde ‘çocuk tacizcisi’ konumuna düşürür ve sevdiği insanlar ile arasındaki sıkı ilişkinin bağları çözülmeye başlar. Üstelik Klara, Lucas’ın en yakın arkadaşı olan Theo’nun kızıdır.
Bu küçük ve önemsiz gibi görünen yalan, kısa sürede bir virüs gibi bütün kasabayı sarar ve Lucas’ın hayatı kısa sürede cehenneme dönmeye başlar. Üstelik Lucas, sadece bu yalanın kurbanı olmakla kalmaz, hakkında yeni dedikodular da türemeye başlar. Başlangıçta, bir çocuğun yalanı olarak değerlendirdiği bu iftira, Lucas’ın kontrol altına almaya çabaladığı hayatının dizginlerinin elinden kayması ile birlikte, kendisi ve kasaba halkı arasında bir çeşit savaşa dönüşmeye başlar. Sadece Lucas değil, onun etrafındaki insanlar da tehditlere maruz kalır.
Önceleri bunun basit bir iftira olduğunu düşünen Lucas, zamanla çevresi tarafından acımasızca hedef gösterilir. Öyle ki, artık Klara’nın söylediklerinin gerçek olup olmamasının bile bir önemi kalmamıştır. Bir süre sonra kasaba ahalisinin büyük bir kısmı Lucas’ın suçsuzluğunu içten içe kabul etmelerine rağmen, sahneledikleri tiyatroyu sürdürürler. Çevresindekilerin saldırılarına karşı neredeyse tek başına kalan Lucas’ın yanında ise sadece oğlu Marcus ve yakın dostlarından biri olan Bruun vardır. Fakat onların varlığı bile, zaman zaman evi taşlanan, nezarete atılan ve hatta süpermarketten alışveriş yapılmasına bile izin verilmeyen Lucas’ı, kasaba ahalisinin tacizlerinden kurtarmaya yetmez.
Yönetmen Vinterberg, Lucas’ın konumundaki değişimin dozunu o kadar başarılı bir biçimde ayarlıyor ki, her çırpınışında, Lucas’a kulaklarını tıkamakta tereddüt etmeyen, koşar adımlarla mantıktan uzaklaşan kasabalıların tavrı bir süre sonra iyiden iyiye sinirlerinizi germeye başlıyor. Sadece Lucas’ı neredeyse recme götüren bu sürenin işlenişi açısından bile izleyicinin alakasını hak eden film, yakın tarihli emsali olarak görebileceğimiz, The Doubt / Şüphe’nin daha makro düzeyde bir varyasyonu olarak değerlendirilebilir.
Filmin en önemli itici gücü ise, bütün hikâyeyi sırtlayıp götüren Mads Mikkelsen’in lezzetli performansı. Geçtiğimiz yıl Drive ile adından sıkça söz ettiren Nicolas Winding Refn’in ilk uzun metrajlı filmi olan Pusher ile dikkatleri üzerine çeken Danimarkalı aktör; Hollywood cephesinde her ne kadar aksiyon yıldızı minvalinde değerlendirilse de, kendi ülkesinde her daim takdire şayan işlere imza atıyor. The Hunt ise, aktörün filmografisindeki tepe noktalarından biri diyebiliriz…
Son yıllarda Danimarka dolaylarından kopup gelen yapımların damağımızda bıraktığı tat malumunuz. The Hunt’da bu gelenekten kopmuyor. Vinterberg’in kendi sinemasındaki ustalık dönemini işaret eden film, her karesi ayrı bir itina ile işlenmiş –kabasını ve abartısını karşılayacak biçimde- şaheser niteliğinde diyebilirim…
The Hunt / Jagten Fragman
Gerçekte günümüzün aksiyon ve görsel efekt dolu filmlerinden sonra böyle bir film ilaç gibi geldi. Yazıda da altı çizildiği üzere film seyirciyi germeyi fazlasıyla başarıyor. Oyunculukların da etkileyici olduğunu eklemeliyim.
İzlemekte geç kaldığım bu film, her iki tarafta da olup kendinizi sorgulamanızı sağlıyor.