Norveç Sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Joachim Trier’in önemli filmlerinin senaryosunda emeği bulunan Eskil Vogt’un ikinci uzun metrajlı filmi De Uskyldige / The Innocents, geçen sene izleyicilerin karşısına çıktı. İlk film Blind (2014), güzel başlayan ama bir üst kurmaca olduğu anlaşılınca nefesi kesilen, büyüsü bozulan bir filmdi. Kısa filmlerden uzun metraja geçen diğer Norveçli yönetmenlerin kullanmayı sevdiği, birkaç paralel kesit hikayeciğini birbirine bağlayarak (veya bağlamayarak) anlatma yaklaşımının tüm olumlu ve olumsuz yanlarını içerse de defoların azlığı göz önünde alınınca ilerisi için umut vadeden bir işti.
The Innocents, Norveç’te yaşayan dört çocuğun, Ida, Anna, Aisha ve Benjamin’in öyküsü. Ama bu dört çocuktan üçü engelli veya toplum dışına itilmiş. Anna (Alva Brynsmo Ramstad), regresif otizmli. Konuşamıyor, kendi dünyasında yaşıyor. Aisha, Afrika kökenli. Annesi ve babası ayrı. Aisha’nın derisinde yer yer beyazlıklara sebep olan bir pigment sorunu var. Benjamin’in (Sam Ashraf) de annesi ve babası ayrı. Herhangi bir handikapa sahip olmayan tek çocuk, Anna’nın küçük kardeşi Ida (Rakel Lenora Fløttum). Handikaplı olan çocukların, yani Anna, Benjamin ve Aisha’nın özel yetenekleri var. Benjamin bu yetenekleri başkalarına zarar vermek için kullanmaya başlıyor. Filmin tamamı diğer çocukların Benjamin ile mücadelesini anlatıyor.
Filmin isminin The Innocents / Masumlar olması, ana önermesini aşağı yukarı özetliyor. Vogt “Bence çocuklar iyinin ve kötünün ötesindedir. Daha doğrusu henüz iyi ve kötü değildir” diyor ve ekliyor: “Ama onların yeni doğmuş bebek gibi küçük birer melek olduğunu düşünmüyorum. Çocuklar doğuştan birtakım ahlaki değerler ve empati yeteneğine sahip değildir. Onlara öğretmemiz gerekir.” Mesela bir hayvana zarar veren çocuğun yaptığı şey ile ilgili olarak da “Bu ille de bir tehlike sinyali değildir. Çocuklar küçük yaşta pek çok şeyi dener. Empatinin gelişme ritmi değişik olabilir” diyor. Peki Vogt özellikle ailede sıkı bir ahlak eğitiminden mi yana? Bu konuda da şöyle diyor: “Ahlak ebeveynlerin neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemesi ile başlar. Asıl ahlak algısı ise zeminini içinizde bulmalıdır… İçsel ahlak pusulanızı keşfetmek için pek çok şeyi denemeniz lazım. Ebeveynlerinizin yapmanızın makul olduğunu söylediği şeyleri aşmanız lazım.”
Vogt’tan yaptığımız alıntıların doğruluğu veya yanlışlığını tartışmak bir yana, bu fikirlerin filme aktarımının başarılı olduğunu söylemek mümkün. Otizmli kız kardeşinin hep ilgi odağı olmasını kıskanan Ida’nın onun ayakkabısının içine cam kırığı koyması, Ida’nın çamurun içindeki solucanları ezmesi ve Benjamin ile birlikte kediyi apartman boşluğundan aşağı bırakması, hep böyle “deneysel” kötülükler. Çocukken böyle şeyler yapmayan yoktur herhalde. Peki filmin kötü çocuğu Benjamin’in kötülüğü nereye bağlanabilir? Benjamin, annesiyle beraber yaşayan bir çocuk. Annesi ilgisiz ve zaman zaman Benjamin’i üzüp tartaklamaya meyilli. Bu yüzden Benjamin’in yanlış deneyimler edindiğini ve ahlak anlayışını bu elverişsiz zemin üzerine kurmaya başladığını düşünmek akla yatkın. Tabi ki en kötü haliyle bile Benjamin, hala bir şeyleri deneyerek öğrenmeye ve gelişmeye çalışan, öfkeyle zarar verdiği annesinin başında gözyaşı dökebilen bir çocuk.
Vogt’un konuya yaklaşımı bana Alfred Adler’in Bireysel Psikoloji’sinden bir şeyler çağrıştırdı. Adler’in karakter oluşumu, hayat amacı ve telafi mekanizmaları gibi konulardaki görüşleri Vogt’un yaklaşımını bir hayli etkilemiş gibi. Adler şöyle diyor:
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Karakter özellikleri çoklarının sandığı gibi doğumsal nitelik taşımaz, doğa tarafından bağışlanmaz insana; bir temel doğrultuya benzer, bir model gibi insan varlığına yuvalanır ve onun fazla düşünmeye gerek kalmadan her durumda tutarlı bir kişi gibi davranabilmesini sağlar. Doğumsal güçlere ya da temellere dayanmayan bu özellikler, birey tarafından erken bir dönemde olmakla birlikte belirli bir yaşam biçimine bağlı kalabilmek için sonradan edinilir. Dolayısıyla hiçbir çocuk doğuştan tembel değildir; bir çocuk tembel ise, tembelliğe yaşamı kolaylaştıracak, saygınlığını elden çıkarmak zorunda bırakmayacak uygun bir araç gözüyle baktığı için tembeldir.”(1)[/box]
Adler “hayat amacı” dediği şeyi de şöyle tanımlar:
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Daha önceki açıklamalarımızı anımsarsak, insanın yaşam ve davranış biçimiyle bir bakış açısına kavuşabilmesi için ister istemez bir yaşamsal amacın saptanmış olması gerekir. Belirli bir amacı gözümüze kestirmeden ne bir şey düşünebilir, ne bir şey yapabiliriz. Böyle bir amaç da henüz erken bir dönemde çocuğun ruhunda karanlık bir siluet olarak açığa vurur kendini, çocuğun tüm gelişiminin yönünü belirler. Her bireyin özel bir birim, başkalarından değişik kendine özgü bir kişilik oluşturmasını sağlayan yönetici ve yaratıcı güçtür amaç; insanın tüm devinim ve dışavurumları bir amaca, ortak bir noktaya yöneliktir; dolayısıyla izlediği yolun hangi noktasında bulunursa bulunsun bir insanı her zaman tanır, nasıl biri sayılacağını söyleyebiliriz.”(2)[/box]
Adler, doğum sırasının (tek çocuk olarak büyümek, kardeşlerle büyümek, büyük kardeş veya küçük kardeş olmak), doğuştan gelen fiziksel ve duyusal anomalilere sahip olmanın (görme, konuşma, duyma bozuklukları, güzel veya çirkin olmanın, şişman veya zayıf olmanın vs.) çocukları bu açıklarını kapatmak amacı ile birtakım telafi edici uğraş ve ilgi alanlarına yönlendirdiğini söyler.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Öyle gerçekler, ruhsal özellikler ve bedensel dışavurum biçimleri vardır ki, yaşadığımız uygarlık ortamında büyüyüp yetişen insanları kendilerine öykünmeye ayartıcı nitelik taşırlar. Örneğin bilme tutkusu bunlar arasındadır; bazen bu tutku, bakma ve seyretme tutkusu kılığında açığa vurur kendini, görme organlarında kimi kusurlar bulunan çocuklarda bir karakter özelliği olarak meraka dönüşebilir ama zorunlu olarak böyle bir karakter özelliği gelişecektir denemez. İzlediği temel doğrultu istedi mi, çocuk, bilme tutkusunun etkisiyle öyle bir karakter özelliği geliştirir ki, bütün nesneleri inceler, söküp dağıtır ya da kırıp atar, bir kitap kurdu olup çıkar bazen. İşitme organları bozuk kimselerin güvensizlik duygusunda da farklı değildir durum.”(3)[/box]
Adler, çocukların edindiği hayat amacının hayata karşı tavırlarını etkilediğini belirtir. Örneğin karşısına bir zorluk çıktığında doğrudan zorluğun üstüne mi yürüyeceği yoksa etrafından mı dolanacağı veyahut geri mi çekileceği hep bu hayat amacının belirlediği tavırlardır. Anna, Aisha ve Benjamin’in geliştirdiği doğaüstü yetenekler aslında Adler’in tarif ettiği hayat amacı ve telafi mekanizması kavramları ile açıklanabilecek sembollerdir.
The Innocents’ın iletişime dair güçlü bir yan önermesi de var: “Hakiki iletişim muhatabınızla konuştuğunuz zaman değil, muhatabınızın acılarını hissedebildiğinizde başlar.” Filmde dört çocuğun birbiri ile iletişimi olsa da gerçek iletişim kurabilen ilk çocuk Aisha oluyor. Çünkü Anna’nın ayağına batan cam kırığının acısını o da hissediyor. Aisha’nın varlığı, otizmli Anna’nın durumunun düzelmesinin de başlangıcı oluyor. Benjamin’in iletişim anlayışı ise yanlış bir zeminden hareketle kurulduğu için, insanları etkilemeye ve kullanmaya odaklı. Filmin finalindeki hesaplaşma ise Ida’nın kardeşi Anna’yla tam olarak hemhal olmasının simgesi olarak elini tutması ile nihayete eriyor.
Hikaye gereği, Vogt’un Ellen Dorrit Petersen gibi hem başarılı bulduğum hem de beğendiğim oyuncuları geri planda tutup dört çocuk oyuncuyu öne çıkarması cesurca bir karar. Çocuk oyuncular yükün altından kalkmışlar. Bunda da Vogt’un oyuncu yönetiminin ve doğru fiziksel özelliklere sahip çocukları seçmesinin katkısı büyük. Çünkü bu özellikler sayesinde ilgi birazcık oyunculuklardan uzaklaşabiliyor.
Eskil Vogt’un ikinci uzun metrajlı filmi olan The Innocents, kısa filmden uzun filme geçmiş yönetmenlerin (Eva Sørhaug, Dag Johan Haugerud) filmlerinde görülen defolardan sıyrılmayı başarıp “bu film olmuş” dedirten bir film değil yalnızca. Özgün bir dil kurarak kendini sevdiriyor. Korku filmi konusunda başarılı olduğunu düşünmediğim Norveç sinemasında özgün bir yapım olarak da öne çıkıyor aynı zamanda. Filmin finali muğlak olmasa da bilinçli olarak bir açık kapı bırakıldığını hissettim. Belki yanılıyorum ama önümüzdeki yıllarda Ida, Anna ve Benjamin’li bir devam filmi görme ihtimalimiz olabilir.
Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Dipnotlar
(1), (2), (3) İnsanı Tanıma Sanatı, Alfred Adler, Say Yayınları.
[/box]