The Invitation posterİnsanlar ikiye ayrılır; rahatlamak için komedi izleyenler ve gerilim izleyenler… Bence gergin bir günü sonlandırmak için iyi bir psikolojik gerilim izlemek gibisi yoktur. Çünkü bilirsiniz; “çivi çiviyi söker”dir. Siz de ikinci grup insanlardansanız, The Invitation sizi de tatmin edecek ve yüksek düzeyde gerilimin verdiği rahatlama hissiyle, günün ve filmin sonunda pamuk gibi uyumanızı sağlayacak.

Öteki Sinema için yazan: Ezgi Aksoy

Sinema tarihinde, özellikle de Amerikan sinemasında, büyük bir masa etrafında toplaşılan akşam yemeği sahneleri genellikle gergin ortamın gün yüzüne çıktığı sahneler olarak kendine yer buluyor. Komedi filmlerinde bile, ailenin mutluluğa dönüş öncesi yaşadığı kopuş, bu sahnelerde canlandırılıyor. The Invitation da, bu bağlamda geleneği bozmadığı gibi, akşam yemeği daveti gerginliğini bir seviye yükseltmiş durumda.

Yönetmen koltuğunda daha önce Æon Flux (2005) ve Jennifer’s Body (2009) ile tanıdığımız Karyn Kusama var. Aslında kendi türü içinde hiç de fena bir film olmayan Jennifer’s Body kesinlikle Æon Flux’tan daha iyiydi ve The Invitation da Jennifer’s Body’den kat kat iyi. Demek ki karşımızda çıtasını sürekli yükselten ve giderek daha da iyi filmler yapan bir yönetmen var. Üstelik bana sorarsanız The Invitation, kesinlikle bu yılın da en iyi filmlerinden biri.

Senaritstler, daha önce R.I.P.D. (2013) ve Clash Of The Titans (2010) gibi gayet ortalama senaryolara imza atmış Phil Hay ve Matt Manfredi. Doğrusu böylesine bol diyalog içeren, karakter çatışmalı, psikolojik derinliği bol ve sabit mekanlı bir filmi nasıl yazmışlar anlamak zor. Gerçi şunu da eklemek gerekiyor; bu senaryo, yönetmenin ve görüntü yönetmeninin ortaya koyduğu mekan – atmosfer dengesi ve oyuncuların gerçekten de kalbur üstü performansları olmasa, rahatlıkla hurdaya çıkabilirdi. Ancak her bir oyuncunun üstüne düşen görevi layıkıyla yerine getirmesi ve süper inandırıcı karakterler yaratması sonucu, başından sonuna kadar ilgiyle izlenen bir film olmuş The Invitation.

The Invitation 1

Film zaten hepi topu 11-12 kişinin etrafında dönüyor ve neredeyse her rol, başrol gibi. Ama yine de başrol dendiğinde özellikle Logan Marshall-Green (Will), Game of Thrones’un Daario Naharis’i Michiel Huisman (David) ve Tammy Blanchard‘ın (Eden) canlandırdıkları karakterler öne çıkıyor.

Will ve kız arkadaşı Kira (Emayatzy Corinealdi), Will’in eski karısı Eden ve yeni kocasından bir akşam yemeği daveti alıyorlar. Bizim kültürümüze son derece yabancı olan bu durum, Amerika’nın da büyük çoğunluğu için yabancı olsa gerek. Lakin söz konusu yer Los Angeles, California. Davet, telefonla ya da e-mail’le değil, eski usül postayla yapılmış. Will ve Kira önce bu davet biraz yadırgıyorlar, çünkü Eden ve eşini iki yıldır hiç görmüyorlar. Ancak yine de gitmeye karar veriyorlar.

Yolda yaşadıkları tatsız bir hadiseyi de geride bırakıp Eden ve yeni eşi David’in yaşadıkları eve varıyorlar. Söz konusu ev, daha önceden Will ve Eden’in yaşadıkları ev aynı zamanda. Bu yemek partisine Will’in ve Eden’in bazı eski arkadaşları da davet edilmiş. Ayrıca David ve Eden’in iki yeni arkadaşı da yemeğe davetli. Hoş ve gayet sıcak kucaklaşmalarla başlayan akşam, Will’in Eden’le yaşadığı bazı tatsız anıları hatırlaması ve giderek gerilmesi ile, biraz tuhaf bir hal almaya başlıyor. Will’in gerilmesinde evdeki iki yeni arkadaşın ve Eden’le David’in Meksika seyahatinin sebebinin de etkisi var. Will, gerginlik ve paranoya arasında gidip gelirken, hikaye de birkaç dönüş yani “twist” ile yön değiştiriyor ve izleyicinin ilgisini canlı tutmayı başarıyor.

The Invitation 2

Will’in paranoya krizleri sırasında yaşadığı flashback’lerle çiftin neden boşandıklarını ve yaşadıkları büyük travmayı da görüyoruz. Will’in paranoyak davranması ve bu kadar gergin olması için geçerli sebepleri var yani. Ancak yine de izleyici Will mi çok gergin, yoksa gerçekten şüphelendiği hususlarda haklılık payı mı var; tam kestiremiyor. Filmin başından sonuna doğru yavaş yavaş, ilmek ilmek tırmanan gerginlik ise, süper bir finalle nihayetleniyor. Böylece film sonlandığında gerile gerile boşalmış sinirleriniz sayesinde, pelte kıvamına geliyorsunuz.

Yazının başlarında da söylediğim gibi, The Invitation, psikolojik – gerilim türünde uzun zamandır izlediğim en iyi filmlerden biri oldu. Will ve David arasındaki çekişmeyi, adeta oradaymışsınız gibi hissediyorsunuz. Eden’in inanılmaz rahatlığı, diğer davetlilerin ortamı yumuşatmak için sergiledikleri olağanüstü normal tutum falan, hikaye bakımından neredeyse kusursuz bir gidişat sunuyor. Eden’in beyaz elbisesi ve sinirleri aldırılmış rahat tavrı ile Will’in normal seviyenin kat kat üstü gergin davranışları, mükemmel bir kontrast oluştururken; David’in – Will’e göre – şüpheli davranışları hikayeye tuz – biber ekiyor. Filmin finali bile, California eyaletinin bu vakalar bakımından geçmişi düşünülürse (yazar burada finale dair spoiler vermemeye çalışıyor), hiç de abartı ya da gerçek dışı durmuyor.

Karyn Kusama’nın en büyük başarısı, filmi Will’in gözlerinden izlememizi sağlaması. Yani biz de izleyiciler olarak paranoyakça mı yaklaşıyoruz filme, yoksa gerçekten de bu davette rahatsız edici bir şeyler mi var; finale kadar kestirmek güç. Çünkü Will’i tedirgin eden her ayrıntının aynı zamanda son derece mantıklı açıklamaları da mevcut.

The Invitation 3

Filmin şimdiye kadar üç ödülü ve bir adaylığı var. Okuduğum tüm ecnebi eleştirmenlerden geçer not almış bulunan The Invitation, Rotten Tomatoes‘da “yüzde 75 taze” bulunmuş. The Invitation’da ancak klasik filmlerde görebildiğimiz o “hikaye tüm elementleriyle öylesine doğru ki, neredeyse klasik” hissi var. Aslında fazlaca L.A.’li filmi olmasına rağmen, travmayla başa çıkma daha doğrusu çıkamama adına da evrensel bir söylemi de mevcut.

Bu arada filmin Amerika’da bile sadece sınırlı bir gösterim bulmuş olması, sınırlı festival gösterimleri ve video olarak piyasaya sürülmesi ise ayrı bir mevzu. Sinema salonlarını dev bütçeli aksiyonlara terk ederken, The Invitation gibi özenli ve değerli çabalar görmezden geliniyor. Korkarım birkaç kuşak sonra kimse böyle filmler yapma zahmetine bile girmeyecek…

Yazıyı bitirirken spoiler’ımsı küçük bir not: Olur da bir gün Los Angeles’ta bir yemeğe davet edilirseniz, söz konusu evin bahçesine kırmızı bir fener asılmışsa ve hele de fener yanıyorsa, gerisin geri dönün derim…

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Efsane Değilmiş: I Am Legend (2007)

Aslında bir vampir öyküsü olan I am Legend, filmin kabusunu
blank

Blacula (1972)

Blacula tüm vampirlerin, hatta tüm canavarların beyaz olduğu bir geleneği