Bazı filmler ciddi bir kısmı çeşitli nedenlerle hunharca kesilmiş ya da bir şekilde tamamlanmasına hiç izin verilmemiş olmasına rağmen bile elde kalan versiyon karanlık bir gecedeki ay gibi parlar; Orson Welles’in The Magnificent Ambersons’ı ya da Andrzej Zulawski’nin On the Silver Globe’u gibi… Bu hafta Kült Filmler Zamanı adlı yazı dizimiz kapsamında ele alacağımız Michael Mann’ın yönettiği The Keep (Kan Çanağı, 1983) filmini de bu listeye eklemek mümkün.

blankEvet, acayip kurgu hataları var, öykü akışında sayısız soru işareti doğuran ağır hasarlar var, büyük katliam da dahil olmak üzere çoğu ölümü ekranda göremiyoruz, birçok şey yerine tam oturmuyor ama The Keep, küçücük anlarda bile insanı kendine hayran bırakmayı başarıyor. Başka türlü bir film bu, bir rüya, hatta karanlık bir masal. İmgeleriyle, “başkötüsü”yle (main villain), Nazileriyle, Yahudi profesörü ve müzikleriyle akılda kalıcı, benzersiz bir atmosfer filmi…

Michael Mann’ın The Keep’ini ilk kez seyrettiğimde daha çok aklımda yer eden Tangerine Dreams’in olağanüstü müzikleri ile Kale’nin (Keep) ve Molasar’ın tasarımı olmuştu. Aslında orijinal versiyonun mevcut/izlediğim versiyondan daha uzun olduğunu okumuştum ama sonuçta önümüzde bir sanat eseri varsa ona göre değerlendirme yaparız. Filmi beğenmiştim ama öyle şaheser muamelesi de çekmemiştim yani. Derken ilk seyredişimden yıllar sonra filmin kayıp görüntüleri ve alternatif sahneleri bir bir ortaya çıkmaya başladı. Bu da bende filme karşı büyük bir merak uyandırdı. Aslında orijinal versiyonun Michael Mann onaylı son kurgusunun birçok kaynağa göre 210 dakika, yani 3,5 saat olduğunu öğrendik (daha önce 2 saat 50 dakika olduğu bilgisi yaygındı), izlediğimiz versiyon ise sadece 95 dakikaydı, yani yaklaşık 2 saatlik görüntü kayıptı. O kadar çok sahne bir şekilde eksiltilmişti ki Michael Mann filmi reddediyordu, benim filmim bu garabet değil diye. Filmin özel efektlerini hazırlayan süpervizörün (Wally Veevers) post-prodüksiyon sırasındaki zamansız ölümüyle (ve neyi nasıl yapmayı planlandığına dair hiçbir belge, bilgi, ipucu bırakmadan) birçok sahnenin ham görüntüsünün ana kurguya girmesi güçleştiği ve bu nedenle bazı cinayetler ile finaldeki katliamın ekran dışında (off-screen) gerçekleştiği rivayet ediliyordu. Mazeret ne olursa olsun, bu 2 saatlik kayıp görüntünün yol açtığı kurgu sorunlarına rağmen film gözümde günden güne büyüdü ve kayıp sahneler ne olabilir acaba diye düşünerek uyarlandığı romanı okumaya karar verdim.

Devam etmeden önce uyarayım, yazının bundan sonraki kısmı filme ve uyarlandığı romana dair aşağı yukarı tüm önemli detayları açık etmektedir. Tüm incelemelerim gibi, bu da tepeden tırnağa sürprizbozan (spoiler) içermektedir.

blank

The Keep’in yapım süreci sıkıntılıydı. Stüdyo/yapımevi her şeye karışıyor, filmin merkezini Molasar ve Glaeken arasında bin yıllardır süren amansız mücadeleden koparıp Eva (kitapta “Magda”) ile Glaeken (kitapta ilk başlarda “Glenn” ismi kullanılıyor) arasındaki “kadın-erkek” ilişkisine sıkıştırmaya çalışıyordu. Ian McKellen’ın canlandırdığı Orta Çağ profesörü Dr. Theodore Cuza’nın yaşadığı çelişki/açmaz romanın temel meselesi iken filmde sanki bir yan öğeymiş gibi sunuluyordu. Hâliyle sonuçtan filmin uyarlandığı kitabın yazarı olan F. Paul Wilson da memnun kalmadı. Öykünün merkezindeki olay örgüsü o kadar ağır hasar almıştı ki, yazar da -ciddi bir kısmının kitaptaki izleği takip ettiğini kabul etmekle beraber- uyarlamayı beğenmediğini açıklayıp “rezalet” olarak tanımladı (hatta daha sonra kitabından yaptığı uyarlamayla eserini berbat ettiğini düşündüğü bir yönetmene voodoo büyüsü yapan bir yazarı anlattığı “Cuts/Kesikler” adlı bir öykü kaleme almış).

Rayner (2013) gibi kaynaklarda bu filmin ortalama plan süresinin 8 saniye olduğunu okuyunca şaşırmayın, bunun sebebi, çok daha uzun planları seven Michael Mann’ın filminin neredeyse 2 saatinin kurgu yetkisini elinde bulunduran yapımevi tarafından hunharca doğranmış olmasıdır. Film öyle bir kesilmiştir ki ne Woermann ile Kaempffer’i, ne Cuza ile Eva’yı, ne de Molasar ve Glaeken’i tam anlamıyla tanımak mümkündü; büyük boşluklar içeren anlatı, karakterlerin temel motivasyonlarındaki inandırıcılığa da zarar vermişti. Oysa roman, Karpatlar’daki Kale’nin yanındaki köy halkını bile öykünün merkezine çekmeyi başarıyor ve karanlıktan, acıdan ve ızdıraptan beslenen çağlar ötesi bir büyücü olan Molasar güçlendikçe her karakterin zihinsel çözülüşünü ve fiziksel yıkımını ustaca hikâyesine yedirmeyi başarıyordu. Üstelik bunu yaparken, “İyi nedir, kötü nedir?” gibi temel bir felsefi meseleyi romanın iskeleti olarak kullanıyordu. Halbuki filmde başkötü Molasar’ın adı bile geçmiyor yahu, adı. Yani aslında bence geçiyordu da akıllının biri, sanki çok önemli değilmiş gibi orayı kesmiş.

Romanı okuduğumda filme nazaran daha çok ilgimi çektiğini itiraf ediyorum. Birkaç aydır farklı şehirlerde ve ilçelerde yaşamak durumunda kaldığım için iki ayrı Türkçe çevirisi bulunmasına rağmen bu çevirilere ulaşmaya fırsatım olmadı, mecburen İngilizcesini okudum (o nedenle kullandığım ifadelerdeki çeviriler bana aittir) ama bu türde eserleri seven okurlara Türkçesini öneririm. Su gibi akan sürükleyici bir roman. Neyse, geçelim… Şimdi filmle romanı kıyaslayacağım ve bir gün bir yerlerden çıkacağını ümit ettiğim kesilmiş sahnelerin neler olabileceğini tahmin etmeye çalışacağım. Sonuçta 2017’deki DVD baskısıyla, çeşitli fragmanlarla ve çeşitli ülkelerdeki video kaset sürümlerinden 10-15 dakikalık kesilmiş sahne ve iki-üç alternatif sahne (hatta bir tanesi final) zamanla gün yüzüne çıktı ama hâlâ en az 1 saat 40 dakikalık kayıp görüntü söz konusu, az değil. Hadi başlayalım…

Her şeyden önce romanda Vikont Radu Molasar çok daha ilginç bir figür. Zamanında -bizim Kazıklı Voyvoda olarak bildiğimiz ve Kont Drakula karakterine ilham veren- Vlad Tepeş’in yardımcılığını yaptığını öne süren bir Eflak Beyi (boyar). Vampir olduğunu iddia ediyor. Tabii daha sonra onun çok daha karanlık bir çağdan gelen ve Kaos adı verilen bir gücün tarafında olmayı seçen biri (hatta eskiden bir insanmış) olduğu ortaya çıkıyor ama neyse… O nedenle hikâyesi hatta uydurduğu yalanlar bile acayip merak uyandırıcı. “Kaleyi ben inşa ettim” diyor ama kitabın sonuna doğru, aslında bir nevi hapishane olduğu ortaya çıkan kaleyi inşa edenin İlk Çağ’dan gelen ve Işık adı verilen bir gücün tarafında yer alan Glaeken olduğunu bizzat Glaeken’den öğreniyoruz, filmde bu tahmini ilk ima eden Klaus Woermann oluyor, finalde ise Cuza bunu tahminini kendinden emin bir şekilde Molasar’a söylüyor. Kitapta karşımızda binlerce yıldır savaş hâlinde olan iki antik gücün olduğunu öğreniyoruz. Üstelik Molasar (ki sonra gerçek adının Rasalom olduğunu öğreniyoruz, evet, “Molasar” sözcüğünün tersten okunuşu) ölüleri emrindeki zombilere dönüştürebilen ve hayvanları kontrol edebilen bir büyücü. O nedenle romandaki birçok dehşet verici detay ve tüyler ürpertici cinayet filmde yer almıyor. Ben Molasar’ın kesilen kısımlarda çok ama çok daha fazla sahnesi olduğunu düşünüyorum (bunlardan iki tanesi; kesilen ve 2017’de ortaya çıkan görüntülerde var ama pek uzun değil). Molasar’ın “salıverilmesinden” kısa bir süre sonra birkaç askere daha saldırdığını yazan bir çekim senaryosu olduğu söyleniyor ama ben bunlara ulaşamadım, bu sahneler çekilmiş olabilir.

blank

Molasar’ın kayıp sahnelerinin bir kısmı profesörle konuşmaları olabilir. Adını ve geçmişini anlattığı yerler bence kesilmiş. Ayrıca profesörün masasında çalıştığı eski kitaplar ve parşömenlerle ilgili iki sahne olduğunu düşünüyorum. Bu sahnelerden birincisi, o kâğıtların nereden geldiğini duymadığımıza ve görmediğimize göre, bu çalışmaların bulunması ya da bulunmasının hemen ardında çekilen bir sahne olmalı. Cuza toplama kampından son anda getirildiğine göre yanında bilgi, belge içeren çalışmalar bulunması imkânsız. Bu nadir bulunan ya da artık bir kopyasının var olmadığı düşünülen yasaklı ve çürümeye yüz tutmuş kitaplar, parşömenler, kötülük (evil), doğaüstü canlılar, büyücülük, kült ve karanlık sanatlarla ilgili çalışmalar (The Book of Eibon, De Wermis Mysteriis, Cultes des Goules, The Pnakotic Manuscripts, The Seven Crptical Books of Hsan, Unaussprechlichen Kulten, Al Azif gibi bir düzine kadar eser). İkinci bir kayıp sahne de Molasar’ın profesöre bu çalışmaları gösterip onlarla ne işin var diye sorduğu sahne olmalı.

Molasar’lı bir başka kayıp sahne, profesörün Molasar’a vampir/Nosferatu/Moroi olup olmadığını sorduğu ve onu birkaç yöntemle (gümüş, sarımsak, ayna, haç vs.) test ettiği sahne olabilir, ben olduğuna inanıyorum çünkü biz Glaeken’in aynada yansıması olmadığını görüyoruz, hatta Kale’nin bodrum katındaki alternatif finalde Glaeken’in suda aksini gördüğü ve insan olarak canlandığını anladığımız bir plan mevcut yani film kitaptaki bu bölümü aldığına göre Molasar’ın “vampir olduğunu ima eden” kısımları da almış olabilir. Böyle bir sahne varsa ve burada Molasar haçtan korktuğunu belli ederse, başka bir sahnenin daha olduğuna emin olabiliriz. Kitabın en çok hoşuma giden yanlarından biri olan, Profesör Theodore Cuza’nın Molasar’ın küçük bir hilesi yüzünden içine düştüğü inanç bunalımı. Bence bu sahne var, tezim de şu: Filmin finalinde Kaempffer’in son bir umut haçı Molasar’a tuttuğu sahnede, geriye doğru düşündüğümüzde, Cuza’daki haç (filmde haçı rahip veriyor ama romanda ölen bir askerin haçı ki bu hikâye örgüsü açısından daha önemli) olduğunu net bir şekilde anlayacağımız bir yakın çekim var, bence bu yakın çekim aslında Molasar’ın haçtan falan korkmadığını göstermesi açısından çok önemli. Kitapta 15. yüzyıldan kalmaymış gibi davranan Molasar, güya vampir olduğu için Cuza’ya haçtan korktuğu numarasını çeker ve bunun üzerine düşünen Yahudi profesörün beyninde şimşekler çakar. İsa’nın gerçekten de Mesih olduğunu kavrar bir anda. Ve tabii ki, Yahudiler’in ona inanmayıp onu sıradan bir insan olarak görerek yaklaşık 20 asırdır korkunç bir günah içinde yaşayıp gittikleri gerçeğini düşünür ve büyük bir inanç bunalımına sürüklenir, “Aman tanrım, biz ne yaptık?” diye. Bence bu, kitapta çok güzel işlenmiş bir bölüm. Profesörü büyük bir inanç krizi yaşarken görürüz. Bu sahnenin “sakıncalı” bulunarak filmden atıldığı düşünüyorum.

Glaeken ise romanda daha merkezî bir karakter. Kızıl saçlı, mavi gözlü, zeytin renginde tene sahip tuhaf bir adam. Onun Yunanistan’dan çıkıp Marmara Denizi üzerinden Dinu Geçidi’ne gelirken ilave maceralar yaşadığını görüyoruz, kitapta Magda olarak anılan (filmde “Eve”) kadınla ilişkisi de farklı; sona doğru bütün taşların yerine oturmasını sağlayan da o oluyor. Ayrıca finalde Rasalom’la karşılaşması/savaşı daha farklı ilerliyor ve Kale’nin kulesinde Molasar’ı kılıcıyla doğruyor. Bu sahneyi alternatif bir final olarak biraz değiştirerek Kale’nin çatısında çekmişler, birebir yüzleşiyorlar, bir dövüş söz konusu, buna dair set fotoğrafları mevcut, hatta beraber bodrumdaki zemine düşerken görüldükleri bir kısmın da videosu var, burası kitapla aynı ve buna dair görüntüler günümüze ulaştı. Benim henüz görmediğim bir sahnede ise Glaeken, Molasar’ın cesedini kollarında taşıyormuş. Bu finalin özel efekt uzmanı hayatını kaybettiği için nihai kurguya alınamadığı söyleniyor.

Filmde kılıç yerine farklı bir savaş ekipmanı var. Kuleyi hiç görmüyoruz. Alternatif finallerde Glaeken’in Molasar’la beraber Kale’nin zeminine düştüğü ve Eva tarafından hayata döndürüldüğünü izliyoruz, kitapla uyumlu bu finali isteyen Michael Mann’mış. Ayrıca kitapta teknenin sahibi Carlos, Glenn/Glaeken’i öldürmeye çalışır, elindeki nadir bulunan altınları çalabilmek için. Ama Çanakkale’yi geçerlerken, başından beri her şeyi sezen Glaeken onu öldürür. Glaeken’in kendisini Ege ve Marmara Denizi’ni katederek Karadeniz üzerinden Romanya’ya götürecek gemi kaptanını öldürdüğü bölümün filmin orijinal hâlinde yer alma ihtimali var ama bence çok kritik bir sahne değil, yine de bir gün ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz. Romanda Profesör Theodore Cuza fareler tarafından diri diri yendiği için kan kaybından ölür. Filmde kurtuluyor. Hatta kayıp görüntülere dair bir fotoğraf karesinde Cuza, kızı Eva ve Glaeken’i teknede görüyoruz, bence o sahne bir yerlerden çıkabilir.

blank

Romanda, geçmişte tek başına bir İngiliz bölüğünü yok ettiği için çok saygı duyulan Woermann ile (Auschwitz’den görevli gelen) SS Komando Saldırı Bölüğü’nden (einsatzkommando) komutan Kaempffer arasındaki gerilim çok daha farklı bir şekilde tırmanıyor ve tüyler ürpertici bir cinayetle son buluyor, filmdekiyle alakası yok, Woermann Kaempffer’i öldürüyor. “Bir şey adamlarımı öldürüyor” diyen Woermann’ın sonu da ölüm oluyor. Molasar askerlerini demoralize etmek için Woermann’ın kendini asarak ölmesini sağlıyor ama asıl dehşet verici olan, bir ipte sallanan cesedinin dirilip kan donduran bir şekilde Kaempffer’i boğarak öldürmesi oluyor. Bu filmde yer almış olamaz, film tümüyle farklı bir yola sapıyor. Romanın güçlü yanlarından biri Woermann’ı çok daha detaylı incelemesi. Onun yaşadığı çelişkiyi anlıyoruz, hangi muharebelerde yer aldı, Naziler yükselirken nasıl sessiz kaldı, onu içten içe yiyip bitiren vicdan azabı romanda çok iyi anlatılmış. Buna dair ufak tefek sahneler ortaya çıkarsa şaşırmam.

Alexandru’yla ilgili ek bir plan ortaya çıktı hatta bu planı içeren versiyonlar da var ama bir oğlunun diğerini bıçaklayıp öldürdüğü sahne yok, bu sahne bir gün ortaya çıkabilir. Diğer köylülerle özellikle bıçaklanan kadın ile ilgili sahne çekilmiş olabilir. Tutuklu köylülerle ilgili bir sahne de bekliyorum. Film bence mevcut hâliyle başlıyor, bunu Woermann’ın parça parça tanıtımdan anlıyoruz. Şimdilik tahminlerim bu kadar.

Sigfried Kracauer “From Caligari to Hitler” adlı kitabında Alman kültürünün ve sinemasının, bilhassa Sokak Filmleri’nin (strasse filme) bilinçaltındaki tohumların gerekli koşullar sağlandığında Hitler rejimine yol açtığına, daha doğrusu, gelişini önceden haber verme işlevi taşıdığına dair çarpıcı bir sosyolojik analiz ortaya koyar. Paul Wilson’ın filme kaynak teşkil eden romanının en çarpıcı yönlerinden biri, Molasar ve Vlad Tepeş ya da Molasar ve Hitler arasında kurduğu benzer bağlantı olsa gerek, tabii nedenselliği sürpriz bir şekilde tersine çevirerek. “Nesin sen? Nereden geliyorsun?” diye soruyor ölmeden önce Kaempffer ve Molasar cevap veriyor, “Nereden mi geliyorum? Ben… senden geliyorum!” Bu konuyu ileride başka bir yazıda detaylı bir şekilde masaya yatıracağım.

Michael Mann’ın The Golem (1915), Faust (1926), Nosferatu (1979) ve Apocalypse Now (1979) gibi klasiklerden beslenen The Keep’i, Scott Glenn (Glaeken), Jürgen Prochnow (Woermann), Gabriel Byrne (Kaempffer) ve Ian McKellen (Dr. Theodore Cuza) gibi usta aktörleri bir araya getiren; ışık, gölge ve duman efektleriyle üst-gerçekçi (sürrealist) bir kâbusu andıran, unutulmaz karelerle dolu, yaratıcı bir fantastik korku filmi. Paul Wilson kitabının girişinde borçlu olduğu kişiler arasında Howard Phillips Lovecraft, Robert Ervin Howard ve Clark Ashton Smith sayıyor. Herhalde bu büyük isimlerin kim olduğu açıklamama gerek yoktur. Son olarak da Molasar’ın tasarımını koskoca Enki Bilal’in yaptığını, protezleri de Nick Maley’in (Star Wars, Superman, The Shining, Krull, Lifeforce, Highlander vs.) tasarladığını not düşeyim. Daha ne olsun? İyi seyirler…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

[/box]

blank

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kansen / Infection (2004)

2004 yapımı Kansen, seyirciyi korkunun doruklarına ulaştırmasa da bir hastane
blank

House by the Cemetery (1981)

Lucio Fulci'nin 1979-1981 arası çektiği "Mahşerin Dört Atlısı Gibi" diye