David Fincher’ın son filmi The Killer (2023) öyle ahım şahım bir senaryoya sahip değil, oyunculuklarda da pek bir numara yok ama filmin montaj, ses ve görüntü çalışması sayesinde bariz bir şekilde sınıf atladığını düşünüyorum. Bu kritiği sırf bu yüzden yazdım.
Her şeyden önce, The Killer uzun yıllardır klasik temalı bir aksiyon filminde işittiğim en iyi ses şeridine sahip; en son bu ayarda bir ses miksajını ve kurgusunu, sanıyorum, 2007 tarihli The Bourne Ultimatum’da deneyimlemiştim. The Killer’ın müzik, doğal ortam sesleri ve anlatıcı (dış ses) başta olmak üzere her türlü diegetik ve diegetik olmayan sesi, kısa ve aritmik parçalara bölen olağanüstü bir ses kurgusu var. Tabii bunun iki amacı var, ilki karakterle özdeşleşmeyi engellemek, ikincisi de tetikçinin yaşadığı iç huzursuzluğu ve karmaşık ruh hâlini bize geçirmek. Mesela onun kalp ritmini düşürüp rahatlamak için dinlediğini söylediği o güzel The Smiths parçalarını biz film bitene kadar tek bir kez bile doğru düzgün dinleyemiyoruz, Fincher buna izin vermiyor. Ne zaman ki hikâye bitiyor, başkarakterimiz rahatlamış bir şekilde sevgilisiyle huzur içinde dinlenmeye çekiliyor ve ekranda filmin jeneriği çıkıyor, ancak o zaman bir parçayı bölünmeden dinleyebiliyoruz.
Sadece müzikler de değil, konuşma ve sesler de çoğu zaman aynı amaçla birdenbire kesiliyor ve/veya bölünüyor. Diyaloglar (Leo, Hodges, Dolores, The Brute, The Expert) hep yarım kalıyor, onlara kendilerini daha iyi/doğru ifade edebilmeleri için biraz daha zaman (ya da belki şans) tanınabilir miydi acaba diye düşünüyoruz. Ses, film boyunca hep bir yarım kalmışlık hissini kalbimize ekmek amacıyla kullanılıyor. Daha açılışta, sosyopat tetikçinin yaşadığı zihinsel dağılmayı da bu şekilde bize göstermeyi tercih ediyor Fincher. Profesyonel kiralık katilimiz bir araba dolusu beylik laf ettikten sonra daha tetiğe ilk bastığında yanlış insanı vuruyor. Bu sahnede hunharca bir kahkaha attığımı itiraf ediyorum. Filmin en başına eklenen başarılı suikast enstantanelerinin varlık sebebi, aslında bu karakterin çaylak bir katil namzedi değil, son derece yaratıcı, tecrübeli, birinci sınıf bir tetikçi olduğunu göstermek. Böyle bir girişten hemen sonra, çarpıcı istatistiklerle konuşan, büyük büyük laflarla felsefe yapıp ahkâm kesen tetikçinin daha ilk sıktığı kurşunda çuvallaması ve o güne kadar sorunsuz bir şekilde ilerleyen hayatının yerle bir olması sadece onu değil, bizi de biraz sarsıyor hâliyle. David Fincher film boyunca onun yaşadığı dağılma hissini bize de yaşatmak için sesi, kurguyu ve sinematografiyi silah gibi kullanıyor, Allah var, başarıyor da…
Görüntü yönetmeni Erik Messerschmidt’in yeşil, sarı, bej, kahverengi ve bazen beyaz bazen koyu griden oluşan muhteşem renk paleti, katilin soluk ve kırılgan dünyasının bir yansıması şeklinde tasarlanmış. Tetikçinin, evinin az ilerisinde The Expert’i (“Uzman” ya da “Eksper” şeklinde çevrilmiş olabilir) beklediği sahnede olduğu gibi ani ışık/renk değişimlerine sıkça rastlıyoruz. Filmin başından neredeyse sonuna kadar katilin gecesi gündüzü birbirine karışıyor, uykuyla uyanıklık arasında mekik dokuduğuna şahit oluyoruz. Messerschmidt kara filmlerde (film noir) sıkça karşımıza çıkan, derin kontrasta dayalı chiaroscuro tekniğinden ziyade, karanlığı kadraja dahil ettiği bir yöntemi yeğliyor. Başkarakteri bile yeterince aydınlatmıyor, çoğu zaman yüzünün bir bölümünü karanlıkta bırakmayı tercih ediyor. Fincher, tetikçiyi her yerde ister istemez rastladığı güvenlik kameralarının onu gördüğü/kaydettiği şekliyle görmemizi istiyor.
İç/kapalı mekân sahnelerinin neredeyse tümünde (ev, depo, otel odası, hatta lüks restoran vb.) yetersiz aydınlatılmış olma hâli göze çarpıyor, böylece mekânlar olduğundan daha küçük ve basık gözüküyor. Filmde gölgelere pek rastlamıyoruz, daha ziyade loş ışıklandırma (az aydınlatma) tercih edilmiş. Gündüz çekimlerinde yol kenarları, ormanlık alandaki evler, köprü altları gibi ıssız yerler kullanılmış. Gece çekimlerinde hafif aydınlatılmış sokaklar, dış mekânlar sisle ya da dumanla görüş mesafesi daraltılacak şekilde tasarlanmış.
Fincher, karakterinin yaşadığı kapana kısılmışlık hissini, açık alanda bile yaşadığı klostrofobiyi seyirciye yansıtmak için güneş ışığıyla meşhur yerlere (Dominik Cumhuriyeti, Florida) gidildiğinde bile güneşi (ve aydınlığı) göstermekten kaçınıyor, ana karakterini genelde kuytularda ve alelade bir insanmış gibi resmediyor. Kalabalık mekânlar söz konusu olduğunda ise genelde konuşmayan (ya da çok az konuşan) ve kadrajın kenarlarına yaklaşmış silik bir karakter izliyoruz. Fincher, aslında çok sofistike biri olan tetikçisini, tıpkı dış seste prensibi olarak sunduğu (hatta övündüğü) özelliğiyle resmediyor: Kalabalıklara karıştığında eriyip giden, hatırlanması zor, sıradan bir şahıs.
Gelelim Kirk Baxter’ın (ve David Fincher’ın) kurgusuna… Açılış sahnesinden itibaren, ses kurgusunda olduğu gibi görüntü kurgusunda da karakterin obsesifliğini, pinpirikliğini, tedirginliğini ve hastalıklı ruh hâlini yansıtan bir kurgu çalışmasıyla karşılaşıyoruz. Film boyunca uzun planlardan özellikle kaçınılmış. Tetikçinin elinde silahla malikânesine girdiği ya da sevgilisi Magdala’ya eziyet eden adamın evine sızdığı sahnelerdeki kurguya dikkat ediniz. Akış bilinçli bir şekilde sıklıkla kesiliyor, yeni planda, aydınlatma ve kamera mesafesi/uzaklığı değiştiriliyor. Film boyunca sahneler kurguyla sürekli bölünüyor ve çok sayıda farklı plana bölünmüş hâlde sunuluyor, bunu kamera yüksekliğinin ve açısının değişiminden anlıyoruz. Fincher görüntüden görüntüye hızlıca atlayarak, izleyicinin herhangi bir planı incelemesine, orada rahatça vakit geçirmesine fırsat vermiyor. Her şey yolunda giderkenki (yani “sıkıcı”) açılış bölümü hariç ki orada simetri ve düzen kadraja hâkim oluyor, filmin geri kalanında klasik sinema çerçevelemelerinden genellikle kaçınılmış, hâliyle karaktere ve karakterin baktığı yöne odaklanıldığında genelde tuhaf bir kamera açısı seçiliyor (açılış sahnesinde tetikçinin binanın dışından gösterildiği kare gibi). Belirli bir detaya odaklandığında tetikçi kırılmış bir aynadan yansıyan görüntüler misali parça parça gösteriliyor (uçak sahnelerindeki çerçevelerde olduğu gibi), kamera kimi zaman kol saatine kimi zaman ayağına, kimi zaman sırtına ya da suratına odaklanıyor. Karakterin ruh hâli kurguda cisimleşiyor.
The Killer’ın (2023) kasvetli sinematografisi, tedirgin edici ses ve görüntü kurgusu belirli bir amaca (katilin zihin durumunu yansıtmaya) yönelik son derece bilinçli bir tercih. Fincher akış dinamiğini bozan ve seyir zevkini baltalayan bu tercihlerin (katharsis’ten kaçınan finalle beraber) ana akım sinemaya alışmış izleyicide olumsuz hisler doğuracağını bilmesine rağmen yine de böyle cüretkâr bir yöntem izlemiş. O nedenle Fincher’ın gayesinin, Netflix abonelerine bol aksiyonlu sıkı bir kiralık katil filmi izletmek değil, diğer tüm uzun metraj kurmaca filmlerinde yaptığı gibi, kendini sıra dışı bir durum içinde bulan birinin karmaşık ruh hâlini, mümkünse farklı ve özgün bir anlatı vasıtasıyla sergilemek olduğunu söylemek mümkün.
Tetikçinin her şeyin yolunda gittiği mükemmel hayatının birdenbire baş aşağı gitmeye başlaması gibi, biz de iyi tasarlanmış açılış sahnesindeki ufak kazadan/hatadan itibaren giderek bir “olmamışlık”, bir “eksiklik” hissiyle kuşatılmaya başlıyoruz. Hep vaktinden önce kesildiği hissi veren görüntü ve ses kurgusu, tetikçideki giderek artan noksanlık duygusunu bize yavaşça zerk eden bir şırıngaya dönüşüyor. Tetikçinin hayatından aldığı haz azaldıkça, bizim de filmin öykü aksından aldığımız keyif azalıyor, çünkü Fincher öyküsünü de yarım bırakmayı yeğliyor. Taksiciyi bile gözünü kırpmadan öldüren o duygusuz adam, müşteriyi (The Client) sağ bırakıyor. Bir de üstelik kısa bir süre önce baskın yiyen ikametgâhına dönüyor, hem de işkenceye uğrayıp ağır yaralanan sevgilisiyle…
David Fincher hikâye anlatıcılığından çok, teknik denetim yoluyla duygu yaratmaya Mank (2020) filmiyle başlamıştı, The Killer (2023) ile buna devam ettiğini görüyoruz. Detaycılığı ve mükemmeliyetçiliğiyle tanınan 62 yaşındaki yönetmen bugüne kadar sadece bir düzine uzun metraja imza attı, geriye yöneteceği üç, belki dört film kalmış olabilir. Evet, Mank’in de The Killer’ın da izleyici-dostu olmayan yorucu bir üslubu olduğunu kabul ediyorum ama ben bu yeni deneysel tarzdan razıyım ve Fincher’ın sonraki filmlerinde bu özgün anlatı arayışına devam etmesini ümit ediyorum. Çünkü kimi zaman can sıkıcı olsa da sinema, özünde, bu ifade etme arayışının sanatıdır. Ve can sıkıntısına dayanamıyorsanız, sanat sineması size göre değildir.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç