“Kader ya da başka bir gizemli güç, parmağıyla sizi ya da beni işaret edebilir.
Hem de hiçbir iyi amacı olmaksızın.”
Detour
İzlemem gereken yüzlerce film varken gene düştük Stanley Kubrick’in The Killing’ine (Son Darbe, 1956). Dün öylesine açtım, kapatamadım. 1001 Gece Masalları’nda Şehrazat’ın anlattığı hikâyeleri andırırcasına makine gibi işleyen bir kurgusu var, tıkır tıkır. Bir sahne bittiğinde öyle bir çengel atmış oluyor ki akabindeki sahneye duyduğunuz merak kabarıyor. Çıkamadığınız bir labirent düşünün, işte The Killing odur.
Stanley Kubrick’in son filmi Eyes Wide Shut’a (1999) birkaç tane Pulp Fiction (Ucuz Roman, 1994) göndermesi sıkıştırdığını ilk öğrendiğimde çok şaşırmıştım (hatta filmin adının bile Jules’un bir repliğine gönderme olduğunu öne sürenler var). Daha sonra Kubrick’in bir Quentin Tarantino hayranı olduğunu öğrendim. Tersi de geçerliydi. Tarantino da büyük bir Kubrick hayranıdır, hatta Reservoir Dogs (Rezervuar Köpekleri, 1992) ve Pulp Fiction’daki doğrusal-olmayan (non-lineer) kurguyla aktarılan suç filmi mantığını Kubrick’in The Killing’inden aldığını söyler. Terminatör 2’deki çiçek kutusundaki pompalı tüfekten The Dark Knight’taki joker maskesine kadar sinema tarihi The Killing’e yapılan göndermelerle doludur, her izlediğimde bir yenisini fark ediyorum. Bu sefer de Dunkirk’te ritmi belirleyen saat sesinin (hani o normalden hızlı atıyormuş gibi gelen tiktaklar) bir benzerinin mutfak sahnesinde George ile Sherry arasındaki gerginliği mimlediğini fark ettim. Bakalım sonraki izlemelerimiz bize neler getirecek…
The Killing hakkında tuttuğum eski notlara baktım, yıllar önce filmi The Asphalt Jungle (Elmas Hırsızları, 1950) ve Detour (1945) ile birlikte değerlendiren, içerdiği yoğun sinizme ve nihilizm değinen, femme fatale’sinden bahseden bir şeyler karalamışım, aktörleri falan övmüşüm. Daha sonra, muhtemelen yeni bir izlemeden sonra, bu sefer Maurice’in satranç kulübünde sarf ettiği bilgece sözlere takıp o konuda bir şeyler yazmışım. Kitabı okuduktan sonra -bu da yıllar önce olmalı- filme geri dönüp arasındaki farklara değinmişim, mesela kitapta uçağa binip kaçmak üzere olan Johnny’yi George öldürür. Evet, George. Kitap çok farklı.
Filmi en son birkaç yıl önce İstanbul Film Festivali’ndeki Stanley Kubrick retrospektifinde seyretmiştim, o zaman iki şey dikkatimi çekmişti: Işık ve gölge kullanımı ile kamera engellemeleri. Devasa bir beyazperdede seyrettiğinizde bunu daha iyi anlıyorsunuz ama küçük ekranda aynı etki uyanmıyor. Mesela soygun sonrası evde Johnny’yi bekledikleri bir sahne var, bu sahnede George sürekli objektifin önünü kapatıyor. Bacağını, elini ve elindeki yarısı bitmiş içkiyi görüyoruz, perdenin yarısını kaplıyor, çoğu planda diğer karakterleri görmemizi engelliyor. Onun yaşadığı tüm tedirginliği, gerginliği ve ruhunu sarıp sarmalayan sıkışmışlık hissini bu şekilde vermeyi tercih etmiş Kubrick. Sinema perdesinde seyrettiğinizde bu basıklık hissi sizi de kafakola alıyor.
Filmi dün bilmem kaçıncı kez tekrar seyrettiğimde bu sefer de Kubrick’in başlıca tüm karakterleri bir satranç taşı olarak kurguladığını fark ettim. Bunu şu manada söylüyorum, önce bize taşların (insanların) kısıtını/engelini tanıtıyor. Birinin çocukluktan beri sevdiği bir kız var, onunla yeni bir hayata atılacak, birinin mafyaya yüklüce bir kumar borcu var, birinin ağır hasta karısı var, sıkı bir bakıma ve çok iyi (“çok pahalı” şeklinde okuyunuz) doktorlara ihtiyacı var. Bir diğerinin istekleri, arzuları bir türlü bitmek bilmeyen alımlı bir karısı var, onu elinde tutabilmek için paraya ihtiyacı var. Sonuncusu da zengin olmak isteyen ayyaşın teki ve bence, bunu büyük bir ihtimalle ilk defa ben yazıyorum ama soygunculardan birine âşık. Kulağa abartılı geldiğini biliyorum ama bence -her ne kadar “Seni evladım olarak görüyorum dese de”- Marvin Unger, Johnny Clay’den hoşlanıyor. Soygundan önceki son konuşmada bunu hissediyoruz. Clay’i soygundan sonra bir daha göremeyeceğini anlayınca kafayı çekip, gelmemesi özellikle tembihlenmiş olmasına rağmen soygunun gerçekleştirileceği yarış pistine gidiyor. Benim görüşüm bu.
Kubrick’in ikinci hamlesi bize satranç taşlarının (soyguncuların) hangi hamleleri yapacağını göstermek oluyor. Tüm hamleleri sadece Johnny Clay biliyor, beyin o. Ona Şah diyebiliriz. Çalıştığı iş yerinden para çalıp soygunu finanse eden Marvin Unger, aranmadan elini kolunu sallayarak yarış pistinden ayrılabilecek olan polis memuru Randy Kennan, tüfeği içeri sokacak olan hipodrom barmeni Mike O’Reilly ve Johnny’ye kapıyı açacak olan gişe görevlisi George Peatty ekibin diğer önemli kişileri/taşları. Bunlara ilaveten soygundan pay almayıp tek kalemde bir ödeme yapılan ama soygunun salahiyeti için dikkat dağıtma vazifesi gören iki kişi daha var: Yarış atını vurmakla sorumlu olan keskin nişancı Nikki Arcane ve polisleri üstüne çekip bina içi güvenliği zayıflatma görevi olan güreşçi Maurice Oboukhoff.
Peki bunlar bir tarafın satranç taşlarıysa karşılarındaki taşlar ne ola ki? Öyle değil mi? Bu insanlar çok iyi planlanmış bir soygunun önündeki en büyük engel (“obstacle”) olan zaman ve tesadüfe/kadere karşı yarışmıyorlar sadece. Kubrick bunların tamamının karşısına başka başka engeller koyuyor. Randy’nin tepesinde hem mafya hem de ondan hiç hazzetmeyen bir polis şefi var. O’Reilly belli ki daha önce hiç suç işlememiş, nazik biri. O da tam tüfeği yakalatmak üzereyken iş arkadaşlarıyla bir gerilim yaşıyor. Unger dürtülerine engel olamıyor ve sarhoş olduktan sonra müstakbel soygun mekânına teşrif ediyor. İhtiyar Maurice’in hem ağır yaralanma riski var hem de soyguna yardım yataklıktan ömrünün geri kalanını cezaevinde geçirme riski. Nikki Arcane’in görevini yerine getirebilmesi için siyahi bir park bekçisinden kurtulması gerekiyor. George’un karşısındaki risk karısı Sherry’nin kriminal sevgilisi Val. Sherry’nin Johnny’ye yakalandığı sahnede, dışarıda, arabanın içinde bekleyen Val’in bir suç ortağının olduğunu öğreniyoruz. Peki ya Johnny Clay’in karşısındaki somut risk ne? Sherry kocası George’a Johnny’nin ona elini sürdüğü yalanını söylüyor. Gözü dönen George soygunun gerçekleşeceği gün işe tabancasıyla gidiyor. Kubrick bize bunu gösteriyor. Val ve ortağı aynı zamanda soygunu gerçekleştirecek olan ana kadrodaki beş kişinin karşısındaki en büyük potansiyel tehdit.
Kubrick sadece 84 dakika süren bir filmde soygun sahnesine gelene kadar tüm bu kozları masaya sererek müthiş bir gerilim çatısı inşa ediyor ve bizi neler yaşanabileceğine dair tahmine zorluyor. Tabii ki kara film (film noir) geleneğine hâkim olanlar hariç hiç kimse aşağı yukarı tüm karakterlerin bir şekilde mağdur ya da perişan olacağı bir sonuç tahmin etmiyordur. Akıbet tam bir fiyasko olur çünkü kara filmler, özünde, umudun bittiği yerde başlar.
Filmin son perdesi, başarılı bir şekilde icra edilen ve yaklaşık iki milyon dolar kaldırılan (şimdinin parasıyla 20 milyon doların üstünde) soygundan hemen sonra başlar. Kan gövdeyi götürür. Tıpkı bir satranç oyunundaki gibi taşların tek tek devrildiğine şahit oluruz. Taşlar birbirini yer. Geriye sadece şah kalır. O da çemberin daraldığını fark eder, kaçar, çırpınır. Kader mi dersiniz, ne dersiniz bilmiyorum ama tüm kozlarını yitirmiştir, onu kurtarabilecek hiçbir şey yoktur. Son umut kırılmıştır ve gece karanlık kollarıyla onu kucaklamak üzeredir. Havalimanından çıkarlar. Fay’in sürüklediği ayaklı bir cesetten ibarettir artık Johnny Clay, tüm hayalleri göz pınarlarında ölüp gitmiştir. Fay taksilere el eder ama hiçbiri durmaz. Fay’in ikazıyla polislerin gelmekte olduğunu görür ve direnmenin manasız olduğunu kavrar. Fay uzaklaşmaları gerektiğini söyler ama oralı olmaz, polislere döner. Sadece hep yek atması durumunda kaybedeceği bir barbutu kaybetmiştir, farkındadır. Olabilecek en talihsiz şey yaşanmıştır çünkü. Böyledir hayat. Bazıları kaybetmek için doğar. Tıpkı Detour’da olduğu gibi, insanda soğuk duş etkisi yaratan nihilist bir replikle biter film: “Ne fark eder ki?”
Johnny Clay’in orijinal senaryodaki gibi uçak pervanesiyle parçalanarak ölmesini ya da çekim senaryosundaki gibi polisler tarafından vurularak öldürülmesini istemez Kubrick. Çünkü Johnny satrançtaki herhangi bir taş değildir, o şahtır. Şah oyunu kaybettiğinde kendi kendini deviren bir taştır, kimse şahı yiyemez, sadece yemek üzere olduğunu beyan eder. Burada da aynen öyle olur. Mat!