Filmin adı, ünlü bilim insanı Pierre-Simon Laplace’ın (1749-1827) kaleme aldığı 1814 tarihli makaledeki düşünsel deneyden geliyor. “Zamanın herhangi bir anında bir akıl, doğaya canlılık veren tüm güçleri ve onu oluşturan varlıkların karşılıklı duruşunu bilmiş olsaydı, kâinatın tüm bedenlerinin ve en hafif atomların hareketini tek bir formül ile özetleyebilseydi, böyle bir akıl için hiçbir şey belirsiz olmaz ve gelecek tıpkı geçmiş gibi gözlerinin önünde olurdu.” Daha sonraları Laplace’ın Şeytanı olarak adlandırılan teorideki tanrı gibi her şeyi bilen akıl, şeytana benzetilir. Bu teoride en çok karşı çıkılan nokta, -bilhassa felsefi ve dini açıdan bakıldığında- “özgür irade” kavramını yok saymasıdır. Felsefi ve dini açıdan “yaratılanların en mükemmeli” olarak addedilen insanın, en büyük farkı özgür iradesidir. Giordano Giulivi’nin yönettiği İtalya yapımı The Laplace’s Demon, tam da bu mevzu üzerinden gizemli bir öykü anlatmaya girişiyor.
Bir grup bilim insanı, tamamen rastlantısal görünen birtakım olayları hesap edebilen bir program tasarlamışlardır. Örneğin cam bir bardak kırıldığında kaç ayrı parçaya ayrılır? Yaptıkları program sayesinde, farklı malzemelerin farklı fiziksel koşullarda nasıl davranacağını hesaplayabilmektedirler. Prof. Cornelius’un davetiyle; sadece profesörün malikânesinin bir kartal yuvası gibi inşa edilebildiği kadar bir alana sahip kaya parçasından müteşekkil Rock’s Nest adlı adaya gelirler. Yedi kişilik ekibi adaya götüren tekneyi kullanan Alfred, ona buralarda “çılgın bilim insanı” denir diyerek adanın tekinsizliğine dair imada bulunur. Ayrıca filmin yakın duracağı alt türlerden birine işaret eder ki bu da davetin beklenmedik sürprizlere gebe olduğuna dair bir uyarı niteliğindedir.
Ekibin patronu Isaac, teknedeyken “Alfred Hitchcock presenta: I terrori che preferisco” adlı kitabı okumaktadır. (Kabaca “the terrors I prefer” ya da “tercih ettiğim dehşetler” olarak çevrilebilir.) 1940’lı yıllardan itibaren Alfred Hitchcock’un ismini kullanarak çeşitli türlerde birçok derleme kitap basılmıştır. Hitchcock’un bu derlemelere direkt müdahalede bulunup bulunmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte sadece isminin kullanım hakkını sattığına ve kalan hiçbir şeye karışmadığına dair inanç ağır basar. Buradan hareketle filmde gizem ve gerilim unsurlarının öne çıkacağını tahmin etmek güç değildir elbet. Ancak Hitchcock’un derlemelere müdahalede bulunmaması üzerinden de Prof. Cornelius’un kimliği hakkında şüphe tohumları ektiği iddia edilebilir.
Yedi kişilik ekip ve teslimatı yaptığına dair bir imza almak isteyen Alfred, adanın giriş kısmındaki asansöre binerek kayanın tepesine inşa edilmiş malikâneye çıkar. Evde kendilerinden başka kimse yok gibidir. İlk dikkatlerini çeken şey, oturma odasındaki makettir. Bulundukları malikânenin maketi, olduğu haliyle bile yeterince etkileyiciyken, maketin içindeki sekiz piyon herkesi dehşete düşürür. Konukları temsil eden piyonlar, temsil ettiği kişinin evin içindeki hareketlerine göre maket içinde eşzamanlı hareket etmektedir. Önce biri ya da birilerinin kendilerini izlediğini ve piyonları ona göre hareket ettirdiğini zannederler ama durum hiç de sandıkları gibi değildir. Prof. Cornelius, ekibin programını bir adım öteye taşımış, ekiptekilerin hareketlerini önceden tahmin ederek (ya da bilerek) formüle etmiş ve maketteki piyonların hareketlerini önceden tasarlamıştır. İşler maketin içinde beliren vezirin, piyonları birer birer avlamaya başlamasıyla iyice karışır.
Düşük bütçeli bir film olan The Laplace’s Demon, bütçeyi zorlayacak sahneleri yeşil ekran ve CGI ile çözmeyi deniyor. Ayrıca belki de ucuza kaçan efektlerin etkisini yitirmemesi için biraz da mecburiyetten tercih edilen siyah beyaz ve daha çok yakın plan çekimler, kendine has atmosfer yaratımında etkili oluyor. Açıkçası filmin en kuvvetli olduğu yer biçimi değil zaten. Yeterli gizem barındırdığına inandığı öyküsüyle bulmaca seven seyircileri rahatça tavlayabileceğini düşünüyor ki çok da haksız sayılmaz.
Gizemli ev sahibinin davet ettiği konuklara ettikleri modelini benimseyen The Laplace’s Demon, önce makette beliren vezirin gerçekte ne olduğu, sonrasında da ekiptekilerden geriye kalanların sağ kalma çabaları, ev sahibinin kimliği ve geleceği nasıl bilebildiği gibi başlıklara ayrılabilecek, kalburüstü gizem yaratmak için yeterli malzemesini süreye düzgünce yayarak kullanıyor. Evet, bu soruların her birine ikna edici cevaplar veremiyor belki ama her anında izleyiciyi meşgul edebilmeyi başarıyor.
Laplace’ın Şeytanı’ndan feyz alıp şekillendirdiği gizeme sırtını dayayan The Laplace’s Demon, Agatha Christie’nin On Küçük Zenci romanını andıran bir öykü üzerine inşa ettiği yapısı ve Alacakaranlık Kuşağı benzeri dizilerin biçimi ile etkili olmak istiyor. İnsanlık tarihi boyunca süregelen kader ve özgür irade temelli sonu gelmez tartışmayı öyküsünün kalbine yerleştirerek de etkisini artırmaya çalışıyor.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
Laplace’ı adına taşıyan bir başka yakın tarihli film de Takashi Miike imzalı Laplace’s Witch (2018).
Miike filmografisi düşünüldüğünde zayıf kalan bir film olsa da benzer noktadan hareket ettiği için The Laplace’s Demon ile art arda (“double bill”) izlenebilir.
Eski tarihli halini de öneririm izleyecek olanlara.
“Eski tarihli hali” dediğiniz film hangisidir Ahmet Bey? Hiç haberim yok ondan.