“…grotesque, mysterious, and quite extraordinarily hideous deaths.”
Daha önceleri çeşitli TV dizi ve filmleriyle dikkat çekmiş olan çocuk oyuncu Jodie Foster için 1976 yılı tam anlamıyla bir kariyer sıçrama tahtası işlevi gördü. 1976 yılında (tamamını 1975’te çektiği), bugün bazıları klasik mertebesine ulaşmış 5 filmi gösterime girdi: Richard Harris’in hasta kızını oynadığı o dokunaklı Echoes of a Summer (1976), Martin Scorsese’nin olağanüstü bir gişe geliri elde eden intikamcı (vigilante) filmi Taksi Şoförü (Taxi Driver, 1976), daha sonra onlarca taklidi yapılan kişi-beden yer değiştirmesi filmi Freaky Friday (1976), tümüyle çocuk oyunculardan kurulu bir ekiple çekilen eğlenceli gangster filmi Bugsy Malone (1976) ve Nicolas Gessner’in insanı gerim gerim geren taciz filmi The Little Girl Who Lives Down the Lane (1976).
Jodie Foster Echoes of a Summer ve The Little Girl Who Lives Down the Lane’i çekebilmek için 1976 yılını Kanada’da geçirmişti. Bugün ikisi de mütevazı birer klasik kabul ediliyor ve ikisi de bunu senaryosu kadar Foster’ın inandırıcı performansına borçlu.
The Little Girl Who Lives Down the Lane (1976) benim bugüne kadar izlediğim en karanlık taciz filmlerinden biri ve işin ilginci, bize dayak, tecavüz gibi korkunç eylemler göstermiyor. Yönetmen Nicolas Gessner, gerilimi konuşmalar üzerinden vermeyi yeğliyor, taciz ve şiddet anlarını göstermekten kaçınıyor, sadece Frank’in ne kadar ileri gidebileceğine dair küçük bir gösteri yapıyor ve bize evcil bir hayvanı öldürüşünü izletiyor. Onun dışında ne bir cinayeti gösteriyor ne bir can çekişmeyi ne de aralarında bariz bir güç dengesizliğinin/eşitsizliğinin bulunduğu iki kişi arasındaki yoğun fiziksel şiddeti. Gerilimin doğasını konuşmaların satır aralarına ve küçük jestlere sığdırmayı başarıyor.
Film küçük bir kız çocuğunun tek başına sahilde dolaştığı görüntülerle başlıyor. Akşam olduğunda kızın 13. doğum günü partisini görüyoruz, fonda Chopin çalıyor. Pastası var, mumlarını dikmiş, tek tek yakıyor ama yapayalnız kutluyor doğum gününü. Evde kimse yok, aynaya bakıp kendi kendine iyi ki doğdun diyor. Sonra daha mumları bile söndüremeden kapı çalıyor. Küçük kız hemen müziği kapatıyor, pencereden kimin geldiğine bakıyor, sonra şöminenin başına gidip, bir sigara alıyor, sigarayı yakıp dumanını odaya üflüyor. Kapıyı açmayı geciktiriyor, nedense içeride yeni sigara içildiği izlenimini vermeye çalışıyor. Bir türlü neler döndüğünü anlayamıyoruz.
Eve gelen Frank Hallet diye biri. Cadılar Bayramı gecesinde olduğumuzu öğreniyoruz, kız Amerika’nın âdetlerine yabancı olduğuna göre dışarıdan gelmiş olmalı. Adam kostümlerini giymiş iki oğlunun yolda olduğunu, birazdan kapıyı çalıp “Şeker mi şaka mı?” diye soracaklarını söylüyor. Sonra doğum gününü kutlamakta olduğunu anladığı küçük kıza resmen sarkmaya başlıyor. Tavrı, hareketleri ve sözleri giderek daha ürkütücü bir hâl alıyor ve babasının yokluğunu fırsat bilerek kızı elle taciz ediyor. İnsanın kanını donduran bu sahne, aslında 4 dakika sürüyor ama hissedilen süren 4 gün. Bu kadar gerildiğim çok az film olmuştur. Daha ilk göründüğü sahnede Martin Sheen’in oyunculuk gövde gösterisi yaptığını söylemeliyim, tüm hücrelerinizle nefret ettiğiniz birine dönüşmesi sadece iki dakika alıyor. Tonlaması, sürekli etrafı kolaçan etmesi (çalışma odasına doğru bakması, merdivenlere bakması, pencereden dışarıyı kontrol etmesi), seçtiği sözcükler, jest ve mimikleri çevresini saran devasa bir kuşku bulutu yaratıyor. İnanılmaz. Hele o kızın etrafında köpekbalığı gibi dolaşması yok mu…
Evdeki ikinci sahnede Cora diye bir kadını tanıyoruz, Rynn’in şair babası Lester Jacobs evi bu hanımefendiden kiralamış. Kadın eve girmeden önce bahçedeki elmaları topluyor (daha önce de en iyi üzümleri toplamış), eve girdiğinde eşyaların yerini değiştirmeye başlıyor. Kaba ve insana üstten bakan buyurgan bir üslubu var, üstelik (göçmenler ve azınlıklar için) ayrımcı bir dil kullanıyor. Ron daha sonra Cora için “Ona göre buraya gelmiş ilk gemiden değilsen daima bir göçmen olarak kalırsın”, diyor. Daha iki dakika bile dolmadan nefret ettiğimiz bu kadın kim dersiniz? Tacizci Frank Hallet’in öz annesi! Üstelik, diyalogları dikkatli bir şekilde dinlediğinizde bu kadının, oğlunun küçük kızlara olan zaafından haberdar olduğunu anlıyorsunuz. Bal gibi biliyor oğlunun pis bir sapık olduğunu! Başı “tekrar” belaya girmesin diye de yol yapıyor. Frank Hallet’in daha önce küçük bir kızı ormana sürüklerken yakalandığını öğreniyoruz, tutuklanmamış, hâliyle hüküm giymemiş, bir şekilde yırtmış ama kasabadaki herkes az çok her şeyin farkında. Annesi de dedikoduların önünü almak için hemen oğlunu iki çocuklu bekar bir garsonla evlendirmiş (kitapta Frank’in ortaokul kızlarına yaptığı başka sapıklıkları da öğreniyoruz). Nüfuzlu bir aile oldukları için yırttıklarını anlıyoruz, o nedenle Cora Hallet’in karizmatik bir Bentley’ye binmesi şaşırtıcı değil.
Eve gelen üçüncü kişi polis memuru Ron Miglioriti oluyor. Samimi, dürüst ve esprili biri. İyi eğitimli değil, ama anlayışlı ve sevimli birine benziyor, hemen kanınız kaynıyor. Rynn ona Frank Hallet’ten bahsettiğinde bir şey demiyor ama yüzünün aldığı şekilden iğrenme duygusunu hissedebiliyorsunuz.
Cora Hallet eve tekrar geldiğinde yönetim kurulu hakkındaki yalanlarına devam ediyor. Çocuğu resmen zorluyor. İrite edici, tehditkâr bir tavrı var. İğrenç bir kadın bu. Bu sefer belasını bulması uzun sürmüyor. Evet, bu bir kaza ama hiçbirimiz üzülmüyoruz, dünya bir pislikten kurtulmuş oluyor. Filmle kitabın en büyük farklarından biri bu, romanda Rynn, Bayan Hallet’i bilerek ve isteyerek öldürür, kaza falan söz konusu değildir. Filmde Rynn’in kitaba kıyasla daha masum bir portresi olduğunu söylemeliyim.
Öykü ilerledikçe Rynn’in zamanında öz annesi tarafından da istismar edildiğini öğreniriz. Rynn, mevcut durumunu Mario’ya “Babam, annemin kırmızı ojeli tırnaklarının tekrar bana dokunmasını istememişti” diyerek anlatır. Çok kötü bir insandır annesi, o da belasını bulmuştur. Babası ise onu her şeyden çok seviyordur. Öldükten sonra ayakta kalabilmesi için geleceği planlarlar, çalışma hayatına başlayana dek 3 yıl kadar dayanması gerekiyordur. Dünyanın tüm kötülüklerini görmüş hisli babası ölmeden önce Rynn’e yazdığı mektupta “Onlara boyun eğip fırsat verme. Elinden geldiği kadar karşı koy. Hayatta kal.” demiştir, Rynn de bunu yapar. Babası sırra kadem basar, cesedinin asla bulunamayacağı bir plan yapmıştır (filmde ne olduğunu tam bilemeyiz, sadece ima edilir ama romanda yaptığı akıntı araştırmalarının kapsamı yüzünden kendini cesedi asla bulunamayacak şekilde okyanusta boğdurduğu anlaşılır).
Film bütün dış dünyayı, yani diğer insanları kötü olarak lanse etmez. Ron Miglioriti iyi biridir mesela, ha keza yeğeni Mario da. Belediye sarayındaki çalışan ve Rynn’in babası da öyledir. Evet, kötüler vardır ama iyi insanlar da vardır. The Little Girl Who Lives Down the Lane bu konuda dengeli bir film, ana karakteri Rynn’i çeşitli koşullar altında hayatta kalma güdüsüyle (mecburen) kötü işlere imza atan biri olarak sunuyor (filmin romandan ayrılan yönü).
Oyunculuklar dört dörtlük. Alexis Smith, Mort Shuman (evet, o meşhur müzisyen) ve Scott Jacoby rolüne cuk oturmuş. Ancak Martin Sheen ve Jodie Foster olağanüstü. Foster peruğu ve takma dişleriyle (yazar/senarist bunlarda ısrar etmiş) çok zorlu bir işin üstesinden gelmeyi başarıyor (1975 Kasım’ında Montreal’de inanılmaz soğuk bir havada çekimleri yapılan film için Foster bir röportajında, “Takma dişlerim takırdadığı için konuşma güçlüğü çekiyormuşum gibi gelebilir, sebebi o” demiş). Martin Sheen kariyerinin en iyi, en tüyler ürpertici performanslarından birini ortaya koyuyor. Filmin tiyatro oyunlarını andıran bir havası olduğunu biliyorum, bunun sebebi, kısıtlı mekân kullanımı ve hiçbir sahnede aynı anda 3 oyuncudan fazla kişi olmaması.
Taciz, istismar ve pedofili gibi çok netameli konuları ustaca işleyen The Little Girl Who Lives Down the Lane, sağlam hikâye örgüsü ve muhteşem oyunculuklarıyla öne çıkan kayıp bir hazine. Huzursuzluğun âdeta kitabını yazan bu tedirgin edici filmi kaçırmayın derim ben. İyi seyirler…