Çok ufak olduğum zamanları hatırlıyorum. Masanın kenarını göremeyecek kadar ufak… Bir kar küremiz vardı. Kürenin içinde bir penguenin yaşadığını hatırlıyorum. Orada yapayalnızdı ve onun için üzülüyordum. Soyadım Salmon, balık adı gibi… Adımsa Susie… 6 Aralık 1973’te öldürüldüğümde 14 yaşımdaydım.
Susie Salmon neşeli, aşkın ilk demlerini yaşayan bir kızdır. Büyüdüğünde vahşi doğa fotoğrafçısı olmak istemektedir. Fotoğraf makinesinin flaşı her patladığında zamanı o anın içine hapsetmenin keyfini yaşar her daim, bir de hayal ettiği ilk öpücüğün Ray’dan gelmesini umut ettiği. Fakat bir gölge gibi seyredilmektedir. Hayatını can almaya adayan bir adam tarafından. O adam canını alır Susie’nin bir mısır tarlasında. Susie artık geçmişi, sevdikleri ve Araf’ı arasında sıkışıp kalmıştır. Yarım olanı tamamlamak adına…
The Lovely Bones, Alice Sebold’un 2002’de yazdığı aynı adlı romanından, senaryosunu Fran Walsh ve Philippa Boyens’ın kaleme aldığı 2009 yapımı duygusu yürekten, anlattıkları acıtan bir yapım. 90’ların harika çocuğu Peter Jackson’ı görüyoruz yönetmen koltuğunda. Başlangıçta, Yüzüklerin Efendisi serisini yönetmiş ve başarısına başarı katan bu adamdan duygusu bu kadar yoğun bir yapım beklemesek de, giriştiği her işin altından dimdik ayakta kalkmasını bilen dahi çocuğumuz bir roman ancak bu denli güzel yorumlanabilirdi dedirtmeyi biliyor yeniden. Peter Jackson kendi gözlerinden sergilediği bu aile dramını öyle bir sunuyor ki seyircisine öykü onun ellerinde yeniden anlam buluyor desek yanlış olmaz sanırım.
Susie’nin Araf’ı gözlerimizin önüne serildiğinde büyülenen bakışlarımızı çeviriyoruz beyaz perdeye. Gözlerimizin dolduğu her an harika çocuğun hayal gücünü kattığı hikâyenin her karesi bizi daha bir başkalaştırıyor. Bir taraftan gencecik bir kızın ölümüne üzülürken onun Araf görüntülerinin içine girip aslında huzurun bu olduğunu düşünüyor ve daralan yüreğimize su serpiyoruz 135 dakikalık bu masalda.
Film sadece bir dramı başarıyla aktarmıyor aslında bir katilin hastalıklı beynini de gözler önüne başarı ile seriyor. Öyle ki onun yaptığı maket evleri ve içine sığdırmaya çalıştığı masum ruhları dehşetle seyrediyoruz. Bizim başımıza gelmez dediğimiz lakin dünyanın her yerinde gezinen bu kötücül ruhu biraz daha iyi tanıma fırsatı buluyoruz. Ve yapım ailelere de bir tavsiye niteliğinde, çocuklarınıza şunu iyice öğretin; tanımadığınız bir adamın peşinden gidilmez, mahallede ki komşunuz bile olsa. Lakin yetiştirdiği güllerin dikenleri size tahmininizden daha fazla acı verebilir.
Hikâyenin oyuncularına gelirsek; Rachel Weisz anne rolünde başarılı, baba rolünde seyrettiğimiz Mark Wahlberg diğer oyunculara pek fazla ayak uyduramayıp tutuk bir performans sergilemiş olsa da yine de yapımda pek sırıttığı söylenemez. Susie Salmon rolünde seyrettiğimiz genç oyuncu Saoirse Ronan ise yapımın kalbinde parlamakta. Öyle içten bir hali var ki film boyunca bu genç kıza ayrı bir sempati duymadan edemiyorsunuz. Yapımda pek fazla seyretme imkânı bulamamamıza karşılık, romantik âşık Ray rolüyle başarılı bulduğum Reece Ritchie’nin de ismini vermeden geçemeyeceğim. Bir de masalın mükemmel müzikleri var tabii; onlarda Brian Eno’nun ellerinden çıkma.
Onun adı Susie Salmon’du. Bir gün o kar küresinin içinde gördüğü penguen gibi mükemmel bir dünyada mahsur kaldı. Daha ilk öpücüğünü alamamıştı. Ona âşık olan çocuk bir şiir yazmıştı. Demişti ki;
Sadece bir saatlik aşkım olsaydı eğer
Bana verilen sadece bu olsaydı
Dünya üzerindeki o bir saatlik aşkı da sana verirdim…
Hala seyretmediyseniz seyredin ve görün hayat ne denli kıymetli ve alınması aslında ne denli kolay… Uzun ve mutlu bir ömür dileğiyle…