The Man Who Laughs (1928), Alman ekspresyönist yönetmen Paul Leni tarafından çekilmiş sessiz bir Hollywood filmi. Victor Hugo’nun aynı adlı eserinden, sonuna kadar sadık olmadan uyarlanmış olan filmin melodram ve korku türleri arasında gidip gelen bir çizgisi var.
Batman’deki Joker için ilham kaynağı olduğu aşikar olan The Man Who Laughs, ‘yüz’ ile ilgili bir korku filmi olduğu için insanı derinden etkiliyor. Phantom of The Opera, The Man in The Iron Mask, Elephant Man ve Eyes Without a Face gibi insanın suratının deforme / saklı olması konusunu işleyen filmlerden biri olarak hepimizin içindeki, bastırdığımız, yüzleşmek istemediğimiz, evrensel bir korkuyu barındıyor.
Bir süre önce Kadıköy’de Orta Dünya’da karşıma çıkan The Man Who Laughs, ister istemez kapağındaki muhteşem poster dizaynıyla dikkatimi çekmişti. Yeşil renkte kocaman bir adam kafası, suratında şeytani bir gülümsemeyle adeta gökten yeryüzüne üzerine eğilmiş bakıyor… Arka planda da darağacında sallanan, kafasına torba geçirilmiş ceset silüetleri…
Hikaye 1690’ların İngiltere’sinde geçiyor. İngiliz kralı James II’nin karşısına, kendisiyle ters düşmüş ve yakalanmış bir soylu getiriliyor. Kral, soytarısı Barkilphedro’nun da tavsiyesiyle adama ceza olarak adamın küçük oğlunun ağzının ameliyatla yanlara çekilerek ölene kadar gülermiş gibi bir duruma getirilmeini emrediyor. Babasının aptallığına hep gülsün diyeç… Adamı da ‘iron maiden’ denilen demir işkence/idam aletinin içine kapatıyorlar… Filmin bu başlangıç sahnesi zaten yetiyor! Hem içeriğiyle, hem de sinematografi olarak inanılmaz etkileyici. 1928 yılında sinemada bu sahneyi izleyen bir çocuk olsam günlerce gece yatağımda ağlardım herhalde. Kralın soytarısının parmaklarını kendi ağzına sokup iki yana doğru çektiği sahne tüyler ürpertici…
Yıllar geçiyor, Gwynplaine isimli çocuk büyüyor, ve panayırlarda insanların gelip görmek için para verdiği bir sirk atraksyonu olarak hayatını idame ettiriyor. Suratı her daim gülümser bir durumda, duygularını hiçbir zaman gösterememeye mahkum olarak yaşıyor… Bir de kör sevgilisi var. Kız ona çok aşık, ama o bu çok sevdiği bu kızı, bu suratıyla haketmediğini düşünerek evlilik konusu açılınca kaçıyor ve kendi kendini cezalandırıyor falan filan… İşin burdan sonrası bildiğiniz melodram formatını takip ediyor. Biraz Fil Adam, biraz Monte Kristo Kontu tadında bir hikaye anlayacağınız…
Filmde bir de kötü kadın var. Düşes Josiana… Hayatımda ilk defa 1920’lerden siyah beyaz, sessiz bir filmden bir kadına bu kadar hayran oldum diyebilirim. Hatta değil 1920’ler, 1960 öncesi herhangi bir kadın bana bu kadar çekici gelmemişti hiç! Bir Madonna seksapeline sahip ve belli ki Madonna’dan falan da daha güzel olan Rus asıllı Olga Baclanova tamamen çıplak (arkadan) havuza girerken bir sahnede görülüyor. Bu dönemde başka bir büyük aktris böyle çıplak bir sahnede oynuyor mu bilmiyorum. Sanmıyorum. Hiç görmemiştim böyle bir şey. İnternette yüzeysel olarak yaptığım araştırma kadarıyla da bu konu hakkında pek bir bilgiye rastlayamadım malesef. Ama sadece çıplak havuza girmesiyle değil, baştan sona oyunculuğuyla, endamı ve işvesiyle bugüne kadar hiçbir 1960-70 öncesi kadına hayran olmadığım kadar hayran oldum kendisine. Olga Baclanova dönemin en büyük sinema yıldızlarından biriyken 1930’da sesli filmlerin çıkışıyla düşüşe geçiyor. Çünkü o güne kadar seyircilerin farkında olmadığı ağır Rus aksanı işin içine giriyor. Baclanova’yı 1932 yapımı ünlü Freaks’te tekrar başrollerde görüyoruz. Ama bildiğiniz üzere o dönem Freaks büyük tepkilerle karşılaşıp sinemalardan hemen kaldırılıyor ve filmin ünlü olması için aradan bir 30 yıl geçmesi gerekiyor.
Sessiz sinemanın karanlık konuları işleyen meldoram/korku filmlerine büyük bir ilgim ve sevgim var. Ancak bu dönemden kütüphaneme eklediğim filmlerinin hemen hemen hepsi Alman filmleri. Cabinet of Dr. Caligari (1920), Nosferatu (1921), Der Letzte Man (1924), Faust (1926), Metropolis (1927) gibi… Anladığım kadarıyla sessiz dönemin Amerikan sineması ve Alman (ve Avrupa) sineması arasında bu karanlık ve aydınlık konuları işleme eğilimi olarak büyük bir fark var. Universal Stüdyoları’nın The Man Who Laughs gibi karanlık, hatta korku filmi diyebileceğimiz bir filmi çekme hikayesi, aslında 1923 yılında çektikleri ve büyük bir başarı yakalayan The Hunchback of Notre Dame / Notr Dam Kamburu’na dayanıyor. Universal’in büyük bir çekinceyle giriştiği, ‘acaba kambur ve deforme bir karakteri anlatan bir filme bu kadar para yatırmakla akıllıca bir şey yapıyor muyuz?’ endişeleriyle yaptıkları film, 3 milyon dolar gişe yaparak sessiz sinema döneminin en büyük finanasal başarılarından biri oluyor. Başrolünde Lon Chaney’nin oynadığı film, o dönem ‘super jewel’ yani ‘süper mücevher, değerli taş’ olarak anılıyor. Bu müthiş gişe başarısının ardından Universal bu sefer de bir başka karanlık melodram/korku filmi olan Phantom of The Opera’yı (1925) yapmaya karar veriyor. Başrolde yine Lon Chaney, ve Universal gişede yine büyük bir başarı yakalıyor… Tahmin edebileceğiniz gibi aynı formülden devam eden Universal, bu sefer rotayı Viktor Hügo’nun nispeten daha az bilinen eseri the Man Who Laughs’e çeviriyor. Ancak bu sefer başrol oyuncuları Lon Chaney’i MGM Stüdyo’larına kaptırmış olarak…
The Man Who Laughs, Viktor Hugo’nun orjinal romanındaki karanlık sonun aksine, yapay bir mutlu sonla bitse de insanın aklında acı tohumlar bırakan bir film. Ruh ile beden arasındaki ilişkiye dair son derece temel sosyal ve psikolojik bir bam teline basıyor. Sessiz sinema ve karanlık konuları işleyen filmlerin tarihini merak eden sinemaseverlerin kesinlikle izlemesi gereken bir klasik…
çok güzel Can, ellerine sağlık.