Charles Bronson filmografisinin gerek biçim gerekse içerik açısından en zengin örneklerinden biri, Lewis John Carlino’nun orijinal bir senaryosundan Michael Winner’ın yönettiği The Mechanic (Mekanik, 1972) filmidir. Filmde “Mechanic” sözcüğü “tetikçi/suikastçı” anlamında kullanılıyor. Detaylarına hâkim olamadığımız karanlık bir örgüt var, bu örgüt kimin öldürüleceğine dair bir dosyayı profesyonel tetikçilerine gönderiyor, o da dosya üzerinde çalışıp cinayeti kaza gibi gösterecek bir infaz yöntemi belirliyor. The Mechanic’i o tarihe kadarki tüm “tetikçi” filmlerinden (belki bir nebze Murder, Inc. hariç) ayıran ve daha sonra sayısız kez taklit edilen özellik işte bu.
Bence The Mechanic’in en önemli özelliği muhteşem sinematografisi, tabii burada sinematografiden kastım, her zaman olduğu gibi, ses ve görüntü bloklarının birlikteliği. Film hayret verici bir sinema duyusuyla çekilmiş. The Mechanic başkarakteri Arthur Bishop’ın mesleğini tanıtan ve hemen hiçbir konuşmanın yer almadığı 15 dakikalık bir “ön hazırlık ve infaz” sahnesiyle başlıyor. Sıfır diyalog. Yazılar bittikten sonra piyano tınılarıyla yaratılan gizemli ve gerilimli müzik kesiliyor. Bishop’ın evinde onun dinlediği müziği işitiyoruz. Ama hemen ardından gelen otel sahnesinden itibaren filmin müziklerini yapan Jerry Fielding ortamdaki diegetic seslerden bir armoni yaratmaya başlıyor, bunu ilk kez seyrettiğinizde anlamanız çok güç, John Cage’vari bir deneysellik söz konusu. Trafikteki araç sesleri, nesnelerin sesi (bavul, fotoğraf makinesi vs.), yan odadan gelen komşu sesleri, sokaktan gelen insan sesleri, radyo sesi bariz bir şekilde ezgi yaratacak şekilde düzenlenmiş. Sonra non-diegetic müzik geri geliyor, gerilim tekrar tırmanıyor, derken büyük bir infilak sesi ve hemen ardından kulakları tırmalayan korkunç bir kadın çığlığı…
Birçok suikast için yapılan hazırlıklar sırasında ekrana sessizlik hâkim. Hem şehirdeki suikast ve kovalamacada hem de Napoli’de mümkün olduğunca az diyalog içeren müthiş sekanslar izliyoruz. Michael Winner hikâyeyi daha çok görsel olarak sunmayı tercih ediyor; bu, o tarihe kadarki aksiyon filmlerinde pek alışık olmadığımız bir durum. Filmin final sekansı da bu sessizlikten payını alınca ortaya neredeyse üçte ikisinde konuşmanın yer almadığı ilginç bir suç filmi çıkıyor. Charles Bronson filmleri için de bir istisna bu.
Winner, Arthur Bishop’ın portresini son derece detaylı çiziyor. Hobileri, koleksiyonu, zaafları ve takıntılarıyla dört dörtlük bir portre bu. Neyden zevk alır, neyin yoksunluğunu çeker, nasıl giyinir, hangi tür müzikten hoşlanır, öğreniyoruz. Bishop 44 yaşında. Sürekli spor yapıyor, kendine iyi baktığı vücudundan belli. Karate eğitimi alıyor, bıçak atma konusunda uzman. Üstelik iyi eğitimli, incelmiş zevkleri olan tam bir centilmen. Etkileyici bir giyim tarzı var, nerede ne yenir, hangi ülkede ne içilir, iyi biliyor.
Arthur’un en büyük zaafı, akut anksiyetesi. Sürekli sakinleştirici kullanıyor. Uykusuzluktan muzdarip; kâbuslarla, karabasanlarla mücadele ettiği belli (belki de öldürdüğü insanları görüyor). Harry ile buluştuğu sahneden çocukluğuna dair nahoş anılar taşıdığını anlıyoruz. Babası, Arthur’u kendi de yaptığı bu pis işe sürüklemiş. Arthur’un bir akrabası, eşi, dostu yok. Ama hastaneye düştüğünde acil durumda aranacak bir yakını olmadığını söylemesinin sebebi, bu vakanın medikal kayıtlarına geçmesini istememesi, bunu kasaya para ödemeyip sıvışmasından anlıyoruz. Arthur Bishop yapayalnız bir insan (babasının dostu Harry’nin oğluyla yeni tanıştığına göre bence onunla da çok samimi değil) ve ölümü de bu yalnızlığa daha fazla katlanamayıp, bir ilkeyi çiğnemesi yüzünden oluyor.
Arthur Bishop sadece çalışırken dertlerinden azade olduğu hissi veriyor. Hayat kadınına uğradığı sahneden psikolojik açıdan nelerle uğraştığını az çok tahmin ediyoruz, ereksiyon olması için yoksunluk çektiğini belli eden, ona muhtaç olduğunu söyleyen bir partnere ihtiyacı var, okunan mektubun içeriği bunu gösteriyor. Arthur sürekli ilaç kullanıyor, çeşitli sinir krizleri geçiriyor, hatta bir seferinde hastanelik oluyor.
Arthur’un evi onun hakkında çok şey söylüyor. Sıra dışı bir tasarıma sahip son derece karakteristik bir ev. Tertemiz, tertipli ve düzenli. Benzersiz bir dekoru var, botanik açısından da zengin. Arthur’un duvarında Hieronymus Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi (The Garden of Earthly Delights) adlı meşhur tablosu var, bazen bu tabloya dalıp dakikalarca seyrediyor. Filmde bu tabloyu birden fazla kez görmemizin bir sebebi var, tablonun içeriği. Eğer dikkatli seyrederseniz bedensel arzulardan kurtların parçaladığı şövalyeye kadar o tablodaki figürlerin (temsil ettiği şeylerin) birçoğunun filmde karşınıza çıktığını görürsünüz. Çıplak insanlar, cinsel zaaflar, yanan şehirler, şeytani dokümanlar, müzik, cinayet, ölüm… Filmde yaşanacak olanları eğretileyen çok ama çok ilginç bir tablo.
The Mechanic’in ortasında ve sonunda iki güzel aksiyon sahnesi var. Bunlardan ilki 4 dakikalık nefes kesici bir motosiklet kovalamacası içeriyor. Yattaki sahneden itibaren 10 dakika boyunca denizde, karada bomba, silah hatta araç vasıtasıyla işlenen cinayetler görüyoruz. Dur durak bilmeyen müthiş bir 70’ler aksiyonu. Derken o şiirsel final geliyor…
Ben The Mechanic’e 30 yıl kadar önce atv kanalında denk gelmiş, hemen video kasete kaydetmiştim, biraz geç yakaladığım için bendeki versiyonda filmin açılış sahnesi eksiktir (tahmin ediyorum, o video kaset halen arşivimde). Filmi hakkında hiçbir şey bilmeden seyrettim. Charles Bronson hayranı olduğum için baştan itibaren filme yükseldiğimi, heyecandan tırnaklarımı yediğimi hatırlıyorum. Napoli manzaralı otel odasındaki finalde ise şok geçirdim. Benim o güne kadar izlediğim Charles Bronson başrollü filmlerinde Bronson hiçbir zaman ölmüyordu, o yüzden burada öldüğünde bile inanmadım, Arthur Bishop numara yapıyor zannettim. Steve McKenna’nın akıbetine ne kadar sevindiğimi tahmin edersiniz.
Bu filmin benim kişisel tarihimde önemli bir yeri var. Bu filmi babam da severdi, daha sonra videomdan beraber seyretmiştik. Babam filmi Gaziantep’te sinemada seyretmiş, 74 yılı olmalı. Ben bu filmden sonra babamdan bal mumu istemiştim, Arthur Bishop gibi parmaklarımı güçlendirmek için. Sonra da yıllarca ellerimi güçlendirmek için bazı spor aletleri kullandım. Filmlerin küçük çocuklar üzerinde böyle bir etkisi oluyor.
The Mechanic (Mekanik, 1973) Charles Bronson sinemasının en iyi filmlerinden biri, herkese gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir 70’ler aksiyonu. Aynı zamanda yönetmen Michael Winner’ın da en iyi filmlerinden. Tabii bu filmin böylesine güçlü olmasının en büyük müsebbibini anmadan geçmek olmaz: Lewis John Carlino. Oyun yazarı, romancı ve senarist Carlino aslında bu hikâyeyi en başta bir roman olarak tasarlamış, ana karakterin bu denli iyi çizilmiş olmasının nedeni bu. Aslında orijinal senaryoda çok daha detaylıymış.
Lewis John Carlino daha sonra bu senaryonun bir romanlaştırımını (novelization) yayımladı, ben ona henüz ulaşamadığım için okuyamadım ama senaryo tamamlandığında başrolün teklif edildiği hemen herkesin (George C. Scott, Cliff Robertson vs.) anında reddetmesinin sebebi, aslında Arthur ve Steve’in eşcinsel bir çift olmasıymış. Bu bilgiyi öğrendiğimde inanılmaz şaşırdığımı itiraf ediyorum. Romanı okuduğumda belki The Mechanic ile ilgili ikinci bir yazı yazarım ama yine de filmi izlerken bu karakterlerin ilişkisinin doğasına dikkatli bakın, yine de şaşırtıcı bir ima yığınıyla karşılaşacaksınız. Steve’in ilk kez göründüğü sahnedeki ilk plana dikkatli bakın mesela, tek bir kare o kadar çok şey anlatıyor ki. Ya da baş başa çıktıkları yemeklere veya üstü örtük konuşmalarına… Winner birçok detayı çaktırmadan hikâyeye zerk etmiş, ben filmi defalarca seyrettiğim için zamanla Steve’in birçok açıdan Arthur’a benzemeye başladığını fark etmiştim ama Steve’in hâl ve tavırlarını bu perspektiften değerlendirdiğimde şaşırdığımı itiraf ediyorum. Mesela Arthur’un kendisiyle ilgili dosyayı çekmecede görmüş olmasına rağmen niye Napoli işine Steve’le çıktığı anlam kazanıyor ya da niye aynı odada kaldıkları ya da Steve’in yatta niye Arthur’un hayatını kurtardığı… Tabii Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi tablosu da bu bilgi ışığında bambaşka bir anlam dairesine oturuyor.
Mekanik (The Mechanic, 1972) eşi benzeri olmayan bir 70’ler aksiyonu. Çeşitli analizlere açık çok zengin bir film. Gerektiğinde hızlanan, gerektiğinde yavaş yavaş hikâyesini pişiren karakter-merkezli bir film, üstelik sinematografisi de şahane. İyi seyirler…