Topluma Yabancılaşan Devlet: The Middle Man / Aracı (2021)

26 Nisan 2023

blankEggs (1995), Kitchen Stories (2003), Factotum (2005) ve O’Horten (2007) gibi filmleriyle tanınan Bent Hamer, Norveç sinemasının en ünlü yönetmenlerinden biri. Hamer kendine özgü diliyle hep belli kalitenin üstünde filmler yaptı. 2014 yılında çektiği 1001 Grams‘ın taşıdığı  mesajın ve filmin finalinin süfliliği bende biraz hayal kırıklığı yaratmıştı. Aslında O’Horten’e benzer bir  mesaj içeren film, Hamer’in kendi yönteminden ve dilinden uzaklaşması, fakat yenisinin de yeterince ikna edici olamaması yüzünden tedirgin beni etmişti. 1001 Grams’tan tam 7 yıl sonra gelen uzun metrajlı filmi The Middle Man / Aracı, Hamer’in farklı yordamla kendi mekanına dönüşü olarak nitelendirilebilir.

The Middle Man Lars Saabye Christensen’in Sluk adlı romanından uyarlanmış. Normalde romandan uyarlanan filmlerin eleştirilerini yazmadan önce romanı mutlaka okurum ama Sluk’un Türkçe çevirisi olmadığı için okuyamadım. Frank Farelli (Pal Sverre Hagen) fakir ve ücra bir Amerikan kasabası olan Karmack’te annesi ile birlikte yaşayan işsiz biridir. Karmack kasabasında kaza haberlerini kazazedelerin ailelerine haber vermek için bir “aracı” (middle man) kadrosu açılacağı duyurulunca Frank başvurmuş ve işe alınmıştır. Frank, bir bar kavgasında arkadaşı Steve’in ölümüne sebep olan Bob Spencer (Trond Fausa) ve aynı büroda çalışan iş arkadaşı Blenda Johnson (Tuva Novotny) ile tanışınca hayatı  kökünden değişir.

blank

Dar çevrelere sıkışıp kalmış,  sıkıcı rutinlere sahip kahramanların hikayelerini anlatma konusunda usta olan Bent Hamer ekonomik durgunluk içinde yaşayan, kendi yağıyla kavrulan, içine kapanık Karmack gibi ücra bir kasabayı resmederken çok zorlanmıyor. Karmack kasabasının çekimleri yanılmıyorsam Kanada’daki mekanlarda yapılmış. Şerifi görmezden gelirseniz Karmack’i Norveç kırsalındaki herhangi bir kasabadan ayırt etmenin pek imkanı yok. Bunu kötü anlamda değil,  bilakis Hamer’n iyi yaptığı şeyleri yeniden yapmaya başladığını görmekten duyduğum mutluluğu ifade etmek için söylüyorum.

Durgun ve içine kapanık kasaba tasviri, görünüşte absürt olan bir durumun tasvirine katık ediliyor. Yakında sokak lambalarını yakmak için gerekli olan geliri bile bulamayacak olan bir kasaba neden kötü haberleri kasabalılara duyurmak için bir kadro açıp para harcar? Bu apaçık bir yabancılaşma tasviridir. Çünkü az önce belirttiğimiz çelişkili durum aslında devletin insanlardan uzaklaşmasının bir tezahürüdür. Modern devlet artık sadece vergi almak için muhtaç olduğu halktan giderek uzaklaşmakta ve onlarla yüz göz olmamak için araya duvarlar örmekte ve aracılar atamaktadır. Devletin insana yabancılaşmasına elbette ki insanın insana, insanın doğaya ve en nihayet insanın kendine yabancılaşması eşlik etmektedir. Biçimin içerikten,  görünüşün özden, aklın fiziksel bedenden farklı olması olarak tanımlanan yabancılaşma durumu hiçbir şeyin anlaşıldığı anlama gelmemesi, hiçbir şeyin olması gerektiği yerde ve zamanda olmamasıdır. Bunun ışığında filmde sorulan soruyu bu kez cevabını bilerek tekrar edebiliriz: Bir kaza nedir? Cebinde bir bütün t-bone’u alacak alacak kadar parası olmayan Frank’in kasaptan yarım t-bone almak istemesidir. Normalde yarım olarak satılmayan bu eti bölmek isteyen kasabın parmağının yaralanmasıdır. Bunlar işin başlangıcıdır ve “masum” olarak nitelendirilebilir. Bundan başka kazalar da vardır. Kasabanın sokak aydınlatmalarını tasarruf amacıyla kapatmak gibi “planlı kazalar” vardır.  Topluma yabancılaşan devlet düzeneğinin planlı kazaları…

*** Yazının bundan sonraki kısmı filmi henüz izlememiş olan okuyucuların izleme zevkine turp sıkabilecek sürprizbozanlar (spoiler) içermektedir. Bilginize! ***

blank

Bir de topluma yabancılaşan bireylerin birbirine karşı planladığı kazalar vardır… Kasabadaki tren istasyonunun kapanmasından sonra işsiz kalan Frank anneye bağımlılık ile “evdeki işsiz güçsüz fazlalık” olma hali arasında sıkışıp kalmıştır. Fakat Frank’in çok daha kriminal bir bozukluk taşıdığı yolunda ciddi şüpheler vardır. Bu şüphelerin işaret ettiği nahoş gerçek filmin finalinde ortalığa saçılır.  Hamer bizi bu finale götürecek ipuçlarını filmin ta en başından itibaren hikayeye serpiştirmiştir.

İpuçları, biçimi ile içeriği birbirinden ayrı nesne, kişi ve sözlerle verilir. Örneğin Frank’in Steve’in tamirhanesinden doldurduğu benzin bidonu, henüz filmin serim bölümünde alelade bir eşya olarak karşımıza çıkar ve bu nesnenin anlamının yerli yerine oturması, ancak bizi geri dönülmez olarak finale taşıyan kundaklama sahnesinde yeniden görünmesi ile gerçekleşir. Bunun yanında yalnızca sinir bozucu bir rakip gibi gözüken Bob Spencer’ın sözleri tıpkı benzin bidonu gibi final bölümünde anlaşılabilecek bir çift anlamlılık içerir. Frank ve Steve bara girdiğinde Bob’un sarf ettiği “Frank Farelli looking for casualties!” (Frank Farelli kaza peşinde!) cümlesi rakibi olarak aracılık işini elinden alan Frank’i hedef alan kıskançça bir laf atma olarak anlaşılır. Lakin Bob’un sözlerindeki ima yani Frank’in babasının ölümündeki payı konusundaki  ima, ancak finalde okunaklı hale gelir. Blenda’nın evindeki kilitli oda onun geçmişine ait bir sırrın sembolüdür. Frank bu sırrı çözüp finalde “gereğini” (hatta “gereğinden” biraz fazlasını) yapmış  gibi gözükmektedir. Hikayenin çözüme gidişini anlatmak için benimsenen yöntemi beğendim. Ama bir de itirazım olacak. Frank’in babasının ölümüne neden olan kazadaki payının vurgulanması gerekli miydi? Bu ayrıntı bir fazlalık değil mi? Bu ayrıntıyı bilmek bize fazladan bir aydınlanma sağladı mı? Veya şöyle sorayım; Frank’in o kazadaki rolü olmasa final gene de böyle gerçekleşmez miydi?

blank

Frank rolündeki Pal Sverre Hagen genel olarak ya Kon-Tiki (2012) ve Amundsen (2019) gibi biyografilerdeki esas oğlanları ya da In Order Of Disappearance (2014) ve The Last King (2019) gibi aksiyon filmlerindeki kötü adamları canlandıran, tekdüzeliği ve standart mimikleri, jestleri ile içime baygınlıklar veren bir oyuncu. Ama özellikle iki filmde Hagen’i sıkılmadan gönül ferahlığı ile izlediğimi söylemeliyim. Biri Erik Poppe’nin Troubled Water (2008) adlı filmi. İkincisi de bu yazının konusu olan The Middle Man. Hagen’in Frank rolünde çıkardığı oyunculuğun bende alerjik etki yaratmamasını Hamer’in oyuncu yönetiminin ustalığına yorabilirsiniz. Aksel Hennie ise Arthur rolünde maç kilitlenmiş haldeyken oyuna girip verdiği paslarla skorun değişmesine katkı sağlayan tecrübeli bir orta saha oyuncusu gibi. Kısa rolüne rağmen izlemesi keyifli bir aktör.

Hamer’in 1001 Grams’tan yaklaşık 7 yıl sonra çektiği The Middle Man İskandinav kırsalına bir dönüş filmi olarak izleyicisine aşinalık yaşatırken diğer yandan tekinsiz bir hikayeyi sürpriz sona götürmek için seçtiği anlatım yöntemi ile önceki filmlerinden farklılaşıyor.  Kitchen Stories (2003) hala Hamer’in ve belki de Norveç sinemasının en iyi filmi ama The Middle Man izlemekten memnun olduğum bir film olarak bu yazının müsebbibi.

Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın

blank

S. Özgür Ilgın

1977 Yılında Aydın'da doğdu. Üniversitede bir elin parmakları kadar üyesi olan Felsefe Topluluğunun çıkardığı, iki elin parmakları kadar “tirajı” olan Yitik adlı fotokopi fanzinde öykü ve albüm tanıtımları yazdı.

Blues, Heavy/Rock, Doom, Thrash, Death, Jazz ve Proggressive müziğe bayılıyor. Sergio Leone'yi David Lynch'i, Stanley Kubrick'i, Metin Erksan'ı, Ertem Eğilmez'i, Nuri Bilge Ceylan'ı, Zeki Demirkubuz'u ve Yılmaz Atadeniz'i çok seviyor, sinema ve müzik gibi eğitiminin olmadığı konularda ukalalık etmekten çok hoşlanıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Zero Theorem / Sıfır Teorisi (2013)

Terry Gilliam’ı seviyorsanız, zaten Sıfır Teorisi 'ni şimdiye kadar görmüşsünüzdür.
blank

Sayara’nın Düşündürdükleri

Sayara, erkek şiddeti sonucunda zarar gören, kaybolan, yaşamını yitiren kadınların