Var bir 20 yıl. Babam bankacıydı, ben de ekonomi okuyordum ve finansçı olmak üzereydim. Bir gün bana şöyle ilginç bir soru sordu: “10.000 dolarlık banknot olduğunu biliyor muydun?” Otomatikman, “Yok baba” dedim, “tek kâğıt parada olmaz öyle şey”. Babam dedi ki, “10.000 dolarlık banknotları şahsen gördüm, elimde tutup inceledim”. “Sahtedir”, dedim. Babam da “Biz de öyle zannettik, sahibine geri verdik ama mevzuat gereği MASAK’a bildirdik. MASAK da bu paraları gördüğümüze dair yazılı bir ifade metni talep etti ve metin resmî kanallardan Amerika Birleşik Devletleri’nin ilgili kurumlarına gönderildi. Irak işgali sırasında Saddam ve ailesinin kasalarında bu paralardan bol miktarda çıkmış.” Araştırdım, gerçekten 10.000 dolarlık banknotlar varmış. Aslında 1960’larda tedavülden kalkmış ama koleksiyon değeri, üstünde yazan meblağdan fazla olduğu için ABD’nin ilgili kurumlarına teslim edilmeyenler varmış. A.H.Z. Carr’ın Finding Maubee (The Calypso Murders) adlı romanından uyarlanan The Mighty Quinn (1989) bu piyasadan çekilemeyen 10.000 dolarlar üzerine bir hikâye anlatıyor.
The Mighty Quinn (1989) kelimelere dökmesi hayli güç bir biçim ve atmosfer filmi. Sadece açılış sahnesini izlerseniz ne dediğimi anlarsınız, Jean-Pierre Melville’in Bob le flambeur’ünde (1956) olduğu gibi, içeriği aşan bir biçim ve hava söz konusu. Giyim, kuşam, hâl ve tavırlar bir acayip. Çok ama çok cool bir film The Mighty Quinn. Evet, film bunu kısmen Jamaika’da çekilmiş olmasına borçlu ama asıl sebep, karakterlerin yapılandırılma şekli ve egzotik set tasarımları.
Yönetmen Carl Schenkel, polis şefi Xavier Quinn’i, Quinn’in yardımcılarını (bilhassa Jump Jones’u), karısı Lola’yı, peşinden koşan Jax’ı, susturucu silahla gezen tetikçi Jose Patina’yı, olayı çözmek için gönderilen Amerikalıyı (Fred Miller), vali Chalk’ı, turizm işletmecisi Elgin’i, Elgin’in çapkın eşi Hadley’yi, nezaretteki üşütük Coco’yu, otopsiyi gerçekleştiren Dr. Raj’ı, kasabanın cadısı Ubu Pearl’ü ve bölgenin yaramaz çocuğu Maubee’yi öyle benzersiz resmediyor ki bir çizgi roman uyarlaması izlediğiniz hissine kapılıyorsunuz. Hikâyenin mantık hatalarıyla dolu yapısı ilginç bir şekilde bu tuhaf karakter havuzuyla bütünleşiyor, tabii bunu sağlayan bir öğeyi es geçmemek gerekir. The Mighty Queen’in aşağı yukarı tüm set tasarımları benzersiz. Otel odaları, valinin makam odası, Lola’nın evi, karakol (ve hücrenin bulunduğu bölüm), Ubu Pearl’ün ahşap köy evi, müzikli gece kulübü, Elgin’in oteli, final sekansının geçtiği harabe müthiş bir tazelik hissi veriyor. Bunların herhangi birinin benzerini başka bir filmde gördüm mü, emin değilim. Prodüksiyon tasarımcısı Roger Murray-Leach, sanat yönetmeni Gregory P. Keen ile dekoratör Jennifer Chang Binns’i tebrik etmek lazım, başka bir gerçeklik düzeyine aitmiş gibi görünen o egzotik kasabaya uygun son derece orijinal mekânlar tasarlamışlar. Karakola bayıldım mesela, başka hiçbir filmde böyle bir tasarım görmedim. Gizemli birinin (muhtemelen bizzat Maubee’nin) gecenin bir vakti gelip duvarın üstüne bir fotoğraf bıraktığı sahneyi bu gözle izleyin.
The Mighty Queen’in kostüm tasarımcısı Dana Lyman’ın hakkını teslim edelim. Gırgır konusu yapılan açılış (düğün) sahnesi kostümünden başlayarak Denzel Washington’ı sıcak iklimde bir moda ikonu gibi sunmayı başarmış. Gömlekler, pantolonlar, üniforma ve gözlük on numara! Başta Ubu, Lola ve Isola olmak üzere bütün kadınların ortamın otantikliğiyle uyum gösteren kıyafetleri göz alıcı.
Denzel Washington, Xavier Quinn rolünde kariyerinin en iyi performanslarından birini veriyor, Hadley ya da karısıyla konuştuğu anlarda birdenbire ciddileştiğini, valiyle ya da Maubee’yle konuşurken otoriter bir ton yakındığını görebiliyoruz. Rolüne büyük bir ciddiyetle yaklaştığı belli. Üç yıl Deniz Kuvvetleri’nde görev yapmış, üç yıl da Quantico’daki FBI okulunda eğitim almış sıkı bir dedektif, çok daha büyük işler başarabilecekken faydam dokunur diye memleketine dönmüş. Filmin uyarlandığı kitapta Xavier’in annesinin bir ameliyat sırasında hayatını kaybettiği, kısa bir süre sonra babasının da Honduras’taki bir kereste şantiyesinde çalıştığı sırada çıkan bir kavgada bıçaklanarak öldürüldüğünü öğreniyoruz. Xavier daha 10 yaşındayken hem öksüz hem yetim kalmış, o yüzden polis olmuş. Filmde bu detaylar yok ama yine de Denzel Washington o kadar iyi oynuyor ki onun mesleğine duyduğu saygı ve sevginin, işine gösterdiği özen ve ciddiyetin arkasında bir neden, bir inanç olduğunu anlıyorsunuz. O pervasız tavırlarının sadece hakikati arayıp bulmak ve adaleti sağlamak için olmadığını size sezdiriyor. Kesinlikle geri adım atmaz bu adam diyorsunuz ve evet, atmıyor.
Robert Townsend, her şeyi gırgır konusu yapabilen suç makinesi Maubee’yi matrak bir Robin Hood olarak sunmuş. Çocukluk arkadaşı Xavier’i bir yere çağırıyor, adam geliyor, Maubee kaçıyor. Neyi niye yaptığı belli olmayan bir şahıs. Bayıldım. Mimi Rogers, James Fox ve Alex Colon da şüphe bulutları yaratmada üzerlerine düşeni yapıyorlar ama filmin yıldızlarından biri şüphesiz M. Emmet Walsh. Küçük rollerin büyük adamı Walsh yine izleyiciyi ters köşe yapan unutulmaz rollerinden birini veriyor. Zaten zeki, ölçülü ve gaddar bir tetikçi rolünde Walsh’tan iyisini bulmak zordur.
Polis şefi Quinn, Pater adında bir kodamanın katilini arıyor ama film basit bir cinayet soruşturması gibi ilerlemiyor, Nikaragua’daki Sandinist devrimden Washington’a uzanan kesif bir karanlığa doğru yol alıyor.
The Mighty Quinn’de aşağı yukarı hiçbir sahne beklediğiniz gibi son bulmadığı gibi cinayetin gerekçesi de insanın aklının ucundan bile geçmeyecek bir noktaya evriliyor, peş peşe beklenmedik gelişmeler izliyorsunuz. Psikopat Jose Patina buraları karıştırır diyorsunuz, pat, gidiyor. Vali Chalk ve Thomas Elgin hikâyenin merkezine kayar diyorsunuz, olmuyor. Maubee masum galiba diyorsunuz, yanılıyorsunuz. Xavier ile Hadley bir aşk yaşayacaklar galiba diyorsunuz, (öpüştükleri bir sahne kesilmiş) ama öyle bir şey olmuyor. Bu kişi masum diyorsunuz, katil o çıkıyor. Şu tahtalı köyü boylar diyorsunuz, yaşıyor; bu bir şekilde hayatta kalır diyorsunuz, ölüyor. Xavier o karizmatik kılıfından silahını çıkartıp kesin birini vurur diyorsunuz ama yok! Bıçak çeken kimseyi bıçaklamıyor, silah çeken kimseyi vurmuyor, acayip bir film izliyoruz.
Adını bir Bob Dylan parçasından alan The Mighty Quinn (Polis Quinn, 1989) günümüzdeki hiçbir Hollywood filmine benzemeyen, peş peşe öngörülemez sahnelerden oluşan, müziğin çerçeveye anlam kattığı (hem açılıştaki “Natty Dreadlocks” hem de “Mighty Quinn” parçaları asla aklınızdan çıkmayacak), türler arasında (muamma, suç, gerilim, müzikal, aile draması, romantik komedi, kafadar filmi (buddy movie), polis soruşturması, büyü filmi, uluslararası casusluk, politik komplo vs.) serbest salınım yapan tuhaf bir art-house denemesi. Benim dışımda herkes nefret etse bile sevdim, çok sevdim.