Hiç beklemediği anda kendisini bir cinayetin katil zanlısı olarak bulan genç bir adam, mazbut bir yaşam sürerken hayatları tepetaklak olan bir aile ve egzama ile boğuşurken kendisini hayatının davasında bulan enteresan bir avukat. Schindler’s List, American Gangster, Gangs of New York gibi unutulmaz filmlerin senaristi Steven Zaillian tarafından bir İngiliz dizisinden uyarlanan The Night Of şüphesiz 2016 yazının en çok ses getiren dizilerinden biri. Sinematografisi, karanlık atmosferi ve detaycılığıyla izleyen herkeste hayranlık uyandıran The Night Of’u bir sinema filmi edasıyla gelin hep birlikte inceleyelim.
Nasir “Naz” Khan (Riz Ahmed) New York’ta yaşayan Pakistanlı bir ailenin büyük çocuğudur. Katılacağı bir parti için, babasının üç ortak olarak işlettikleri taksisini habersizce alan Naz, New York sokaklarında kaybolunca taksisiyle bir başına kalır. Bu sırada taksisine binen güzel ve gizemli bir kız olan Andrea’dan etkilenen Naz, onu istediği yere götürmeyi kabul eder. Ancak Andrea ile başlayan bu yolculuğu sadece onun değil, tüm çevresinin hayatını başından sonuna dek değiştirecektir.
The Night Of ile ilgili değinilmesi gereken ilk nokta detaycılığı. Dizide ilk dakikadan, son dakikaya kadar beliren hiçbir unsur alelade bir şekilde yahut Türk dizilerinden alışık olduğumuz gibi dakika doldurmak için ortaya çıkmıyor. Aksine hikâyenin bütününe hizmet edecek şekilde cereyan ediyor. Bu da aslında sinemanın altın kurallarından olan “O silah ortaya çıktı mı patlayacak” sözünü akıllara getiriyor. Evet, dizide ortaya çıkan her silah patlıyor veya izleyenlerin aklını tırmalayacak şekilde gizemini arttırarak kendisini bir sonraki bölüme taşıyor. Bu da haliyle büyük bir seyir zevkini ve dolu dolu 60 dakikayı beraberinde getiriyor.
Dizinin büyük bir cinayet soruşturmasının ortasında geçtiğini düşünürsek, bu detaycılığın herkesin içinden birer Sherlock Holmes çıkardığını da dile getirmeliyiz. Acaba katil bu mu? Burada şimdi bu noktayı neden gösterdiler gibi türlü sorularla dizinin izleyenleri hikâyenin içine dâhil ettiği aşikâr. Böylelikle hem merak duygusu diri tutuluyor hem de herkesin bir miktar kafa yorması sağlanarak dizi ve izleyen arasında sıkı bir bağ oluşturuluyor. Aslında bu cinayet temalı hikâyelerde oldukça fazla karşımıza çıkan bir formül. Ancak bu noktada The Night Of’u türevlerinden ayıran en büyük özelliği gerçekçi anlatısını doruk noktalarına çıkarmasını sağlayan karanlık atmosferi. Baktığımız zaman dizideki tüm karakterlerin aslında griyi temsil ettiğini görüyoruz. Dizinin kendi içerisinde iyileri ve kötüleri muhakkak var ancak hiçbir karakterin siyah ve beyaz kadar keskin bir rolü üstlenmediğini görüyoruz. Bu da aslında insanların olaylara karşı değişkenlik gösteren ruh halinin açık bir şekilde betimlenmesi olarak karşımıza çıkıyor.
Evet, The Night Of televizyon için yapılmış ticari bir iş. Ancak ilk dakikasından son dakikasına kadar takındığı tavır, onu ticari bir işin üzerinde konumlandırmamıza olanak sağlıyor. Amerika’daki Müslümanların 11 Eylül travmasından sonra gördüğü muamele başta olmak üzere, adalet sisteminin ne denli bozuk işlediğini yahut Amerika’nın nasıl bir özgürlükler ülkesi olduğu her daim vurgulanıyor. Bu da aslında dizilerde pek de görmeye alışık olmadığımız bir vuruculuğu izleyenlerin önüne getiriyor. Hayaller ülkesi Amerika’nın çarpık düzeni! Dizi her ne kadar Amerikan yapımı olsa da, ülkesi ile ilgili söylemini asla yumuşatmıyor. Bu da bir nevi, anlatısında detaycılığa önem vermiş, üst düzey bir sinematografi ile çekilmiş ve adeta 8 bölüme ayrılmış bir filmin karşımızda olduğu izlemini uyandırıyor.
Dizinin pilot bölümü; ekranları başına geçenleri dehşet verici bir cinayetin ortasına götürüyor. Bu da haliyle izleyenlerde, ipuçları ile örülmüş bir cinayet soruşturması ile karşılaşılacağı hissiyatını uyandırıyor. Keza hikâye yer yer bu hüviyete bürünse de aslında izleyenlerine vermek istediği adeta bir hayatta kalma mücadelesi. Naz’in özelinde başlayıp, tüm karakterlere sıçrayan bir var olma savaşı! Ortada bir cinayet var ve bundan etkilenen yalnızca katil ile maktul mü olur sorusu dizinin önemli gündemlerinden. Katil ile maktulün çevresi bu olaydan ne denli etkilenir? Yahut bu soruşturmayı yürüten avukatın, polisin hayatı ne olur? İşte The Night Of bu noktada her bir karakterine ayrı ayrı parantezler açmayı başaran ve herkesi derin bir kasvetin ortasına bırakan bir yapım. Onu bir film olarak değerlendirmemizin en önemli noktalarından biri de aslında burası. İnce eleyip, sık dokunan karakterler ve durum hikâyesinden çok olay hikâyesine odaklanan duruşu.
Dizi, her bir karakterin kendi içindeki var olma savaşına odaklanırken, başrolünün Naz olduğu gerçeğini de asla es geçmiyor. Bir cinayet soruşturmasından öte başkarakterinin yaşadığı zorunlu değişimi odak noktasına alan hikâyenin, senaryo dışındaki en büyük yardımcısı Naz karakterine hayat veren Riz Ahmed. Onun karaktere paralel olarak büyüyen oyunculuğu şüphesiz dizinin çarpıcılığını bir üst seviyeye taşıyor. Nitekim hikâyenin bizi götürmek istediği; hayatta var olabilme mücadelesi için ortama ayak uydurma gerçeği de bu noktada tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Sen her ne kadar kendini belli bir güruhun içinde hissetmesen de, bazen tesadüfler bazense dışlandığın adalet sistemi seni olmadığın bir kişi haline getirmeye mecbur kılıyor. Aynı Naz’in yaşadıkları gibi. Onun hataları yok muydu? Muhakkak var. Ancak onun masumane bakışını alıp yavaş yavaş bir suçluya dönüştürecek kadar büyük hatalar mı, işte bu tartışılır. Dizinin bizi düşünmeye sevk ettiği konulardan birisi de burası. Naz haklı mı? Haklıysa ne kadar?
Hikâyenin izleyenlere her dakika sorular sordurmasının hatta bir tık öteye giderek soru işaretleri ile veda etmesinin birincil sebebi insanları biraz olsun kafa yormaya teşvik etmesiyle alakalı. Böylesine bir cinayet, toplumda önümüze çıksa nasıl davranırdık? Yargısız infaz mı yapardık yoksa biraz olsun zanlının gözünden olaya bakmaya çalışır mıydık? Aslında iki ucu keskin bıçak. Ancak dizinin özeline döndüğümüz zaman tüm soru işaretlerinin bilinçli olarak bırakıldığını görüyoruz. Çünkü sinema (diziye bir film gözüyle baktığımızı en başta söylemiştim) asla izle-geç olmamalı. Ekran kapandığında hatta üzerinden günler geçtiğinde dâhi izleyenleri hâlâ düşündürmeli. Sinema yedinci büyük sanattır ve ondan bir şeyler almak isteyenlere katkı sağlamalıdır. The Night Of’un bize verdiği gibi. Dizinin özellikle Amerika’da hızla büyüyen İslamofobiye açtığı eleştirel pencere gerçekten takdire şayan. Keza adalet sistemini her isteyenin kendine göre düzenlemesi de Amerika’nın özelinden çıkan ve tüm dünyaya yayılan bir konu.
Dizinin onlarca çıkmaz ile bitmesi birçoklarında acaba ikinci sezon gelir mi sorusunu ortaya çıkarmış durumda. Ben hikâyenin misyonunu tamamladığına ve dizinin bittiğine inanıyorum. Çünkü başından beri söylediğimiz gibi bu dizi karmaşık bir cinayet soruşturmasından ibaret değil. Vermek istediği de “Katil kim?” sorusunun cevabı değil. O soru yalnızca dizinin ivmesini ara ara yükselten bir anekdot. Asıl soru “Naz kim?” olmalıdır. The Night Of’u en basit tanımıyla didaktik bir iş olarak betimleyebiliriz. Bu da aslında diziden ne almak istediğimizle alakalı.
Yapımı bu denli etkileyici kılan ve onu uzunca bir sinema filmi olarak görmemizdeki önemli etkenlerden biri de sinematografisi. Çoğu dev prodüksiyonda dâhi göremediğimiz usta işi bir görüntü yönetimi izleyen herkesi büyülemeyi başarıyor. Hikâyenin anlatısını destekleyecek şekilde cereyan eden dizinin puslu havası ise karakterlerin yaşadığı bunalımı ete kemiğe bürünmüş bir hale sokuyor. Tüm bu parametreleri birleştirdiğimizde ise The Night Of’u senaryosundan, görüntüsüne kadar uzun yıllardır görmediğimiz derece eşsiz bir televizyon işi olarak nitelendirebiliriz.
The Night Of’un final bölümü yeni yayınlandığından dolayı, izlemeyenleri de düşünerek fazla spoiler vermeden bir sinema filmi edasıyla incelemeye çalıştım. Eğer bu yazıdan sonra hâlâ izlemeyenler varsa, naçizane tavsiyem vakit ayırıp 8 bölümü üst üste izlemeleri olacaktır. Çünkü en başından beri söylediğim gibi, karşınızdaki bir mini dizi değil, 8-9 saatlik bir film. Naz’in karakter dönüşümüne hayran kalacağınız, avukat John Stone’un yer yer eğlenceli duruşunu hayretle izleyeceğiniz, A Separation’dan tanıdığımız Peyman Moaadi’nin onurlu duruşunu kaybetmediği baba figürüne saygı duyacağınız ve en önemlisi de insanlık adına çok fazla şeyler öğreneceğiniz bu hikâyeyi kaçırmamanızı öneririm.
Öteki Sinema için yazan: Polat Öziş