The Possession 2012 yılı mahsulü Ole Bornedal tarafından yönetilmiş olan ABD / Kanada ortak yapımı bir film. Senaryoyu ise Juliet Snowden ve Stiles White kaleme almış.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca

Karısı Stephanie’den yeni boşanan Clyde, basketbol koçluğu yaparak hayatını kazanır. Çiftin Em ve Hannah isminde iki kızı vardır. Anneleri ile yaşayan kızlar, hafta sonları Clyde’da kalır. Yeni taşındığı eve eşya almak isteyen Clyde, kızlarla beraber ikinci el eşya satışı yapılan bir bahçeye alışveriş yapmak için uğrar. Em, buradan antika bir kutu satın alır. Üzerinde İbranice yazılar bulunan kutuyu aldıktan sonra Em’de bariz değişiklikler baş gösterir. Arkadaşlarıyla kavga etmeye başlar, çevresine karşı ilgisi azalır, hatta bir sabah kahvaltıda kendisini azarlayan babasının eline çatalı saplar. Em’deki değişimi boşanmadan kaynaklanan depresyona bağlayan Stephanie, bütün suçu Clyde’ın üzerine yükler. Ancak Clyde, Em’in garip davranışlarının arkasında kutu ile ilgili bir şeylerin olduğundan şüphelenir. Araştırmaları sonucu kutunun ‘dibbuk’ denilen, insan sahibinin içine yerleşip, sonunda onu yok eden kötü bir ruhu muhafaza etmek için yapıldığını öğrenir.

1959 doğumlu Danimarkalı yönetmen Ole Bornedal sevdiğim yönetmenlerdendir. Bornedal, ilk sinema filmi Nattevagten (Nightwatch, 1994) ile dikkatleri üzerine çekti. Bir morgda gece bekçisi olarak işe başlayan hukuk öğrencisi Martin’in gerilim dolu hikâyesi, Avrupa ve Amerika’da yankı buldu. Kısa bir süre sonra Hollywood’a transfer olan Bornedal, başarılı filminin yeniden çevrimi için kolları sıvadı ve ortaya Nightwatch (1997) çıktı. Ewan McGregor, Patricia Arquette, Josh Brolin, Nick Nolte ve Brad Dourif gibi birbirinden ünlü oyunculardan oluşan kadrosuna rağmen Nightwatch selefi kadar başarılı olamadı ve Bornedal’ın ilk Hollywood macerası kısa sürdü. 2002 yılına kadar yönetmenlik yapmayan Bornedal, I Am Dina ile koltuğuna geri döndü. Gérard Depardieu, Christopher Eccleston, Mads Mikkelsen gibi güçlü oyuncuları barındıran I Am Dina, değişik çevrelerden farklı eleştiriler aldı. Bundan sonra ikinci bir beş yıllık ara daha veren Bornedal, 2007 senesinde The Goonies’i (1985) andıran, pek sevdiğim Vikaren ile tekrar geri dönüş yaptı. Hemen arkasından, başarılı gerilimleri Kærlighed på film (Just Another Love Story, 2007) ve Fri os fra det onde’yi (Deliver Us from Evil, 2009) çekti. Gerçek bir hikâyeden uyarlandığı söylenen The Possession (2012) ile ikinci Hollywood macerasına yelken açtı.

the possession orta

Ünlü yönetmen Sam Raimi’nin yapımcılarından olduğu The Possession’ın öyle pek etkileyici bir konusu yok. Klişe diye tabir edilen olay örgüsü, hiçbir anında izleyiciye farklı kapılar açmak derdinde değil. En son Sinister örneğinde gördüğümüz gibi, klişelerden vazgeçmeden de iyi bir korku filmi yapmak mümkün. Ancak The Possession maalesef hiç ama hiç heyecan vermiyor. Film ilerledikçe hayal kırıklığı yerini kabullenmeye bırakıyor ve The Possession’ın ‘unutulmaya mahkûm filmler mezarlığı’ndaki yerini tescillemesi uzun sürmüyor.

Daha konusunu okurken gözden kaçması mümkün olmayan muhafazakâr yapı, filmin bütününe sinmiş durumda. İzleyiciyi, bütün kötülüklerin temelinde boşanmanın yattığına inandırmaya çalışıyor. Çiftimiz boşanmasa, Clyde’ın yeni eşyaya ihtiyacı olmayacak ve Em belki de o kutuyu asla satın almayacaktı gibisinden saçma bir önermeyle yola çıkan film, sıkça dağılan aile yapısının zararları üzerine göndermeler yapıyor. Bunu yaparken en büyük suçu kadına yüklemekten de çekinmiyor. Stephanie’nin yeni erkek arkadaşının asla ‘baba figürü’nün yerini dolduramayacağını ya da annenin babaya sonuna kadar güvenmesi gerektiğini birçok sahne ile destekleyerek gözümüze sokuyor. Gerçi babanın gözden kaçmayan ihmalkârlıklarının da altı çiziliyor ama bunun eşitlikçi bir tavır sergilemek adına yapay olarak senaryoya eklendiği çok belli oluyor. Kısaca bir ailenin, kötülüğün (şeytanın) gazabından sağ salim kurtulabilmesinin sadece sıkı sıkıya kenetlenerek gerçekleşebileceğini imliyor. Korku filmlerinin birçoğunun bu yapı üzerine kurulduğunun farkındayım ama The Possession bunun dışında neredeyse hiçbir şeyle yeterince ilgilenmiyor. Bu konunun üzerinde bu denli fazla durmam bu yüzden.

Ole Bornedal’ın böyle bir proje ile ikinci Hollywood yolculuğuna çıkması büyük talihsizlik olmuş. Çok zayıf kalan senaryo içinde kendisini gösterebileceği sahnelerin sayısı pek fazla değil. Filmin açılış sahnesi ve finale yakın havuz başındaki şeytan çıkarma sahnesi dışında öyle çok dikkat çekici ya da heyecan verici bir anı yok.

The Possession, Exorcist (1973) ile başlayan ve son yıllarda tekrar popüler hale gelen şeytan çıkarma filmleri arasına rahatlıkla dahil edilebilir. Tek farkı, kutunun üzerindeki İbranice yazılardan da anlaşılabileceği üzere, şeytan çıkarma işleminin Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat aracılığı ile yapılıyor olması. The Possession ile beraber rahmetli Metin Erksan’ın Şeytan’ını (1974) da listeye eklersek, her üç semavi dinde de şeytan çıkarma ayinini konu eden filmler tamamlanmış oluyor. Açıkçası The Possession, bu listeyi tamamlamaktan başka da bir işe yaramıyor.

Dibbuk: Yahudi kültüründe, canlı birinin bedenini ele geçirip hareketlerini kontrol ederek, ona istediğini yaptıran ölü birinin gezgin ruhu.

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kötülük Büyüyor: Deccal 2 (2017)

Deccal 2, ışığı-kamerası ve benim ilk filmde de çok beğendiğim
blank

Kagbeni (2008)

Kagbeni, sineması pek fazla tanınmayan Nepal’den, en iyimser tabirle ‘hoş’