Kilise orgunun eşliğinde aydınlık fakat ıssız bir metro istasyonuna gidiyoruz. Kamera bizi liseli, vasat görünüşlü bir kızın oturduğu banka sürüklüyor. Kız telefonda arkadaşına artık beklemek istemediğini söylüyor. Ve saymaya başlıyor. 1, 2, 3, 4… O anda sarı çizginin ötesinde pembe, topuklu ayakkabıları görüveriyor. Terk edilmiş, sahibini bekleyen. Lanet ise işte tam orada başlıyor. Beklenen arkadaş gelip ayakkabıları gördüğü anda… Ayakkabı orada gerçek sahibini bulmuş oluyor. Hırslı, kibirli ve bu uğurda herkesi ezip geçebilecek kadar kıskanç…
Kocası tarafından sürekli tenkit edilen mutsuz bir kadındır Su-Jae ve tek mutluluğu kızı Tesu’dur. Bir gün vakitsizce eve döndüğünde kocasını başka bir kadınla yakalar. Tek aklında kalan kadının yüksek topuklu ayakkabılarıdır. Kıskançlık ve terk edilmişlik sarar ruhunu. Kızını da yanına alıp kendince bir hayat kurmaya ve uzun zamandır icra etmediği doktorluk mesleğine tekrar dönmeye karar verir. Serseri bir iç mimarla tanışır tüm fırtınanın ortasında. Derken bir gün eve dönerken onun gibi terk edilmiş bir çift topuklu ayakkabı bulur. Başlangıçta almakta tereddüt eder lakin sonra beğenisine yenilir ve ayakkabıları alır. O ayakkabılar ona tekrar kadın olayı hatırlatır, hissettirir. İşte o anda hikâye hızlanır ve bizi kadın denen dehlizin en derinlerinde esen günahla karşılaştırır. Hırs ve kıskançlık rüzgârı ile. Örgü bu iki duygunun kanla muhteşem buluşmasıyla gelişir, yetişir ve bizi sarar. Böylece pembe topuklu ayakkabılar kanla kırmızıya döner.
Uzakdoğu sinemasında korku en önemli motiflerden biridir. O motifin en önemli ilmeği de çoğu zaman hayaletlerdir. Görünmeyenin görünür kılınması, başarılı bir yönetmenle bize yansıdığında ortaya dehşet içinde kaldığımız bir öykü çıkarır. The Red Shoes filmi ise bu motifi kadının kalbine inip, en karanlık duygularını bir lanetle perçinleyerek anlatıyor. Hayalet kısmını yansıtan lanet hikâyesine, çoğu anında acıdığımız, mutlu olması için dua ettiğimiz fakat filmin ilerleyen karelerinde içten içe ürktüğümüz bir karakter olan Su- Jae ile kadın denen varlığın iç dünyasının tüm sinsi dalgalanımlarını da ekliyor. Tabi tüm bunlara yönetmenin başarı ile kullandığı kamera açıları da eklenince ortaya hem duygusu yerinde bir dram, hem de müthiş bir korku filmi çıkıyor.
2005 yapımı 103 dakikalık bu yapım yönetmen Yong-Gyun Kim’in ikinci filmi. Senaryosu ise Hans Chistian Andersen’in aynı isimli masalından esinlenerek yönetmeni tarafından yazılmış. Filmin yüzü olan oyuncuları ise Hye- su Kim, Seong- su Kim ve Yeon- ah Park.
Biz seyir boyunca Su- jae’nin duyguları ve yaptıkları arasında ikilemde kalırken fonda Byung- woo Lee tarafından yapılan müzikler akıp filmin ruhuyla buluşuyor. Kamera iç ve dış mekanlarda bir hayalet misali dolaşırken…
The Red Shoes türünün en önemli yapımlarından biri. Tedirgin edici bir yaklaşımı var. Korku öğelerini akıllıca kullanması dışında film, başarısını aynı zamanda bir kadının içindeki canavarı ustalıkla işlemesine de borçlu.
Kıskançlık, ihanet ve hırs… Bir kadını vurmamanız gereken gümüş kurşunlar gibidir. Öldürürsünüz belki ama hayaletinin dönüp sizi avlamasına engel olamazsınız. Bu film kadın günahları ile ilgili ve onu pompalayan öğelerle. Asla yetinememekle ilgili… Külkedisinin ayağına uyan ayakkabısı kadar masum olmayan bir ayakkabı var bu yapımda. Hala seyretmediyseniz tavsiye olunur.
Vizyondayken izlemiş ama pek beğenmemiştim.. Bana hitap etmiyordu diyelim :) Kaleminize sağlık.