Geçen gün arkadaşımın masasının üstünde, gözüme Stephen King’in ünlü ”The Shining” romanı ilişti. Hodder yayın evinden çıkan bu yeni basımın kapağında bir yaban arısı ilüstrasyonu vardı. Kubrick’in başyapıtı The Shining’de hiç olmayan bir yaban arısı. Filmin büyük bir hayranı olarak, o güne kadar kitabı okumayı hiç düşünmemiştim açıkçası. The Shining, benim için gelmiş geçmiş en sevdiğim filmlerden biri olduğundan, kitabının filmi kadar güzel olamayacağını düşünüyordum. Halbuki ben de biliyorum ki istisnalar dışında asla bir film, uyarlandığı romandan daha güzel olamıyor. Arkadaşıma bu arının ne olduğunu sorduğumda, bana romanın, filminden çok daha farklı olduğunu ve çok iyi olduğunu söyledi. Ben de bu arılı kapağı beğenip, merakla kitabı aldım.
Romanın filmden farklı olduğunu, hatta Stephen King’in filmi hiç beğenmediğini duymuştum. Hatta, King’in kendi yazdığı bir senaryoyla bir mini TV dizisi halinde The Shining’in tekrar çekildiğini de biliyordum. Ama dediğim gibi, Kubrick’in başyapıtından sonra diğerlerine bakmak içimden gelmemişti…
Kitabı okumaya büyük bir heyecanla başladım. Gerçekten Stephen King’in bambaşka bir büyüsü olduğunu hatırladım. Filmde anlatılmayan, Torrance ailesinin Overlook Oteli’ne gelmeden önceki ev yaşantısı, King’in muhteşem anlatımıyla beni kitaba kitlemişti. Daha ilk birkaç sayfayı okurken karar verdim. King’in romanı, Kubrick’in filmi ve daha sonra çekilen TV dizisini karşılaştıran bir yazı yazmalıydım. Kitaba hayran olmuştum…
The Shining (Roman, 1977)
Ülkemizde ”Medyum” adıyla bilinen The Shining, King’i geri dönülmez şekilde korku edebiyatının en yüksek tepelerine fırlatmış bir roman. Sadece korku edebiyatı için değil, popüler kültürün de vazgeçilmezlerinden olan Stephen King’in, bu, yayımlanan 3. romanı. King’in tanrı vergisi, eşine benzerine az rastlanır bir anlatım yeteneği olduğu şüphesiz. Kendimi bir kitaba bu kadar yapışmış halde bulmayalı uzun zaman oluyor.
Bir korku edebiyatı hayranı olarak, ilk Stephen King kitabımı 27 yaşında okumuş olmam gerçekten enteresan bir durum. Korku edebiyatı, kendimi bildim bileli hep çok ilgimi çekmiş olmasına rağmen (sadece film değil, aynı zamanda 9 yaşında başlayan Heavy Metal hayranlığım da var), çocukluğumda korku filmlerinden çok korkardım. O kadar korkardım ki, sevgim ikinci plandaydı. Bunun sebebini The Shining’i okurken hatırladım. Sadece 90’larda korku edebiyatının dibe vurması değildi bunun sebebi. Annem ve babamın, ben küçükken, beni neden korku filmlerinden bu kadar uzak tuttuklarını hatırladım. The Shining’i okuduğum geçen hafta içerisinde, gece evde tek başımayken, apartmanıma girerken, çıkarken, yıllar boyunca hiç tatmadığım, varlığını neredeyse unutmuş olduğumu farkettiğim bir korku geri dönmüştü…
İlkokul çağlarında, bir yaz, Çeşme’deki evimizin üst katında yalnız başıma, teyzemin dolabında bir kitap bulmuştum. Adı ‘‘Hayvan Mezarlığı”ydı. Aşina olduğum bir isimdi bu. Ondan bundan duymuştum. Ama nedense hiç matah birşey olacağını düşünmemiştim. Öylesine bir merakla kitabı açıp, ortasından, rasgele bir sayfadan okumaya başladım. Birkaç paragraf okumama kalmadan hayatımda o güne kadar bir kitap okurken hiç hissetmediğim bir korku içimi kapladı. Çok şaşırmıştım. Kitabı aldığım yere bırakıp, bir daha da elime almadım.
Şimdi, The Shining’i okurken işte bu hissi yıllar sonra tekrar hissettim. Slayer‘ın dizelerinde, Lovecraft‘in mısralarında, hatta Poe‘da bile çok yoğun hissetmediğim bir his bu. Yanlış anlaşılmasın; Slayer, Lovecraft ve Poe’ya olan hayranlığımın onda birini duymadım hiçbir zaman Stephen King’e. Ancak King’in sayfalarında bambaşka birşey var. Adını koymakta zorlandığım birşey. Sanki kafamın içinde Lovecraftvari bir ”korku ve kötülük boyutu”na kapılar açılıyor King okurken. Mantar yedikten sonra insanın düşüncelerine sahip olamaması gibi. Sanki hayal gücüm benim kontrolüm dışına çıkıp, gaipten, benim dünyama kapılar açıyor. Etrafıma bakmaya korkuyorum. Hayal ettiğim şeyler biraz daha odaklanırsam gerçekleşecekmiş gibi geliyor.
Bazı filmler (evde tek başıma izlediğim takdirde) bana bu nadir korku hissini yaşatıyor – İlk aklıma gelenler Blairwitch Project (1999) ve Paranormal Activity (2007) olmak üzere. Ancak bir kitabı okurken değil. Doğrusu, The Shining’i gece evde tek başıma okuyamadım. Gündüzleri metroda, otobüste bitirdim kitabı.
Bu nadir korku duygusunun yaratıcısı olan, Stephen King’i, In The Mouth of The Madness‘taki (1994) Sutter Cane’e benzetmemek elde değil. King’in insanı kitabın başına yapıştıran anlatımına gelince, bu da çok hayranlık duyulası ve neredeyse mucizevi bir olay. Ancak beni esas ilgilendiren bu değil. Sonuçta aynı olay Dan Brown kitaplarında da mevcut. Beni asıl ilgilendiren, hikayenin kalbi.
King’in hikayesi çok güçlü ve çok karanlık başlamasına rağmen, sonlara yaklaştıkça ağırlığını yitiriyor. En önemlisi de Kubrick’in filminde en sonuna kadar devam eden gizem, romanda sonlara doğru tamamen ortadan kalkıyor. ”Otel’in kötü ruhu” diye somut birşeye dönüşüyor. Fazlasıyla somut. Bir de üstüne üstlük hikayenin sonunda tipik bir iyinin kötüye karşı galip gelmesiyle karşılaşıyoruz. Kubrick’in filminin sonunda seyircinin içine çöken karanlık, romanın sonunda mevcut değil.
Dediğim gibi romanın ilk kısmı çok iyi. Kubrick’in filmde hiç girmediği, karakterlerin geçmişleri ve iç dünyaları başlı başına çok enteresanlar. Siyahi aşçı Hollorann’ın hikayede büyük bir rolü var. Hatta sanırım hikayede Danny’den sonra en sevdiğim karakter diyebilirim Holloran için. Jack Torrance’ın alkolizme ve iradesine karşı verdiği savaş insanın boğazına yapışıyor. Wendy Torrence, Kubrick’in filmindeki kadar pasif değil. Jack’in babası ise korkunç bir karakter – Jack’in babasının sofrada annesini bastonla dövdüğü pasaj gerçekten beynime işledi. Küçük Danny Torrance ve sahip olduğu altıncı his (hikayeye ismini veren ‘shining’ yani ‘parıltı’) ise çok güzel anlatılmış. O kadar ki böyle birşeyin gerçekten olduğuna inanıyorusunuz kitabı okurken. Yukarıdaki paragrafta anlattığım gibi, gaibe açılan o kapıyı sanki sizin içinizdeki parıltı (shining) açıyor… (filmde ise bu ”shining” yani ”parıltı” olayı çok tek başına kalıyor. Romandaki bütünlükten uzak, bir yan detay gibi kalıyor… belki de filmin tek eksisi bu diyebiliriz)
İşin içine doğaüstü olaylar girdikçe hikayenin yüzeyselleştiğini görüyoruz. Stephen King’in kendi yazıp yönettiği Maximum Overdrive (1986) kadar saçmasapan ve komik duruma düşmüyor tabi roman. Ancak yine Kubrick’in atmosferine kıyasla yer yer ucuz kaçıyor. Kubrick’in filmindeki psikoanalitik kavramlar (özellikle double/ikiz unsuru) yerine, King’in hikayesinde hareket eden hayvan şeklinde çalılar, ve yine hareket eden yangın söndürme hortumu gibi şeyler var. Oldukça King-vari detaylar… Akıllara Family Guy’dan bir parodi geliyor:Editörü Stephen King’e yeni bir hikayesi olup olmadığını sorar. Stephen King de şöyle bir düşünüp, bir anda masanın üzerindeki lambayı kaparak editöre doğru tehtidkar bir şekilde tutarak, korkutucu bir sesle ”şimdi bir lamba canavarı var…” diye söze başlar. (Böyle anlatınca ne kadar komik oluyor kestiremiyorum ama izleyince oldukça komik.)
Stephen King’s The Shining (Mini TV Dizisi, 1997)
Stephen King’in, Kubrick’in filminden bu kadar rahatsız olmasını anlamak kolay değil. Hele ki piyasada onlarca birbirinden rezil King adaptasyonu film dolaşırken… Filmi ilk gördükten sonra ”benim hikayeme ne yapmışlar!” diye serzenişte bulunan King, yıllarca Kubrick ile söz düellosuna girdikten sonra, Kubrick’in vefatıyla Kubrick hakkında bir daha yorum yapmama kararı almış. 1997 yılında ise senaryosunu kendi kaleme aldığı 3 bölümlük bir mini TV dizisi halinde The Shining’in tekrar çekilmesine karar vermiş. Yönetmenlik koltuğuna da Psycho IV (1990) ve Sleepwalkers (1992) gibi vasat mı vasat filmlerden tanıdığımız Mick Garris‘i getirmiş.
Bir kere, filmin (toplamda 240 dakika) TV için yapılmış olması baştan filmin önünü kapatıyor. Stephen King bu yeniden çevrimi neden TV’ye yönelik yapar ki? Hem de ilk yeniden çevrimi hiç beğenmemişsin, yerden yere vurmuşsun, oturup kendin senaryoyu yazmışsın, yani adeta” bak o film öyle olmaz, böyle olur” dediğin bir proje bu. Bu şekilde düşündüğümüzde, Stephen King’in The Shining’i inanılmaz bir şekilde sınıfta kalıyor. Bir kaya dibe batıyor. Film, TV için yapıldığından dolayı son derece cesaretsiz. Tek bir küfür yok. ”Nigger” lafı bile geçmiyor. Onun yerine barmen Grady, Hollorann’dan küçümsemeyle bahsederken ”darkie” diyor. Komik. Cinsellik açısından da, Jack ve Wendy arasındaki flört sahneleri çok sahte. Direk ”ben bir TV yapımıyım” diye bağırıyor film! Ve tabi kafamızın arkasında, her detayı Kubrick’in filmiyle karşılaştırdığımız için, TV yapımı falan demeden filmden ister istemez soğuyorsunuz. Oyunculuklar yer yer çok aksıyor. Özellikle Wendy ve Hollorann felaket! Danny iyi. Jack fena değil, ama… Jack Nicholson’ın Jack’iyle karşılaştırılabilcek gibi değil.
Metrelerce kar altında dış dünya ile ilişkisi kesilen Overlook Hotel’in etrafında, bu filmde, ancak bir karış kar görebiliyoruz. Zaten yapay kar olduğu çok belli ama, hadi onu geçtim, otelin çatısı da kupkuru. Her sahnede değil ama, birkaç sahnede, çatıda tek bir kar yok yahu. Zaten bir karış karın üstünde o raket gibi kar ayakkabılarıyla yürüyen Jack, çok komik duruma düşüyor. Sıradanlık ve klişelik filmin her karesinden akıyor.
Kubrick’in filminde olmayan, kitapta beni çok etkilemiş olan birkaç sahneyi merakla bekliyordum; Mesela Jack’in, dövdüğü öğrencisiyle arasında geçenler, Jack’in babasının annesini dövdüğü akşam sofrası, evin içinde Wendy’nin kendi kendine endişelendiği zamanlar… Bunlar kitapta beni en çok etkileyen ve Kubrick’in filminde olmayan pasajlardı. Ama gel gelelim ki, bu filmde de bu detaylar çok ama çok zayıf. Hallorann ve Wendy’den sonra en büyük hayal kırıklığım bu oldu bu mini diziyle ilgili.
Sonuç olarak Stephen King’in, 1980 yapımı The Shining’ini yerden yere vurduktan sonra bu diziyle çıkagelmesi, Stephen King’in aslında belki de bir sanatçı olarak ne kadar sığ olduğunu gözler önüne seriyor diyebiliriz.
The Shining (Film, 1980)
Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en önemli filmlerinden biri olan ve benim de hayatım boyunca izlediğim en iyi filmlerden biri olarak kalbime yakın bir yeri olan The Shining, gerçek bir sanat eseri. Hikayenin yaratıcısı Stephen King olsa da, gerçek o ki Kubrick hikayeyi bambaşka bir boyuta çıkarmış. Bir roman nasıl filme uyarlanır; film adeta bunun dersi niteliğinde. Kubrick, yüzeysel bir şekilde olayların gidişatını değil, filmin kalbine inerek, atmosferi baş köşeye koymuş. Oyunculuklar, dekorlar, müzikler ve o hiçbir zaman izlemeye doyamayacağımız uzun steadycam sahneleriyle Kubrick’in The Shining’ine saygılarımı sunuyorum…
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
- Öteki Sinema sayfalarında daha önce yayınlanan Masis Üşenmez’in The Shining yazısı:
https://www.otekisinema.com/?p=138 - Bu yazıya başlarken sitemizde böyle güzel bir The Shining yazısı olduğunu bilmiyordum. Küçük Masis’in karlı bir gecede, Uludağ’da bir otel odasında Medyum’u okurken hayal edelim hadi.
[/box]
http://www.drummerman.net/shining/essays.html
bir de filme buradan bakmakta fayda var.
Shining bağlamında yazarın da değindiği tüm işlere (Başyapıt bir edebiyat eseri, başyapıt bir film, vasat bir TV seriyali) hakim biri olarak, yıllardır otobüs camında kendimle röportaj yaparken ileri sürdüğüm fikirlerin bu kadar net bir biçimde bir başkası tarafından da paylaşılıyor olduğunu görmek tuhaf bir mutluluk verdi bana. Eline sağlık diyorum Can Evrenol…
Bravo çok güzel bir inceleme karşılaştırma olmuş. Eğer henüz izlemediyseniz kubrick’in shining’ini irdeleyen 2012 yapımı room 237’yi izlemenizi sonra shining’i de bir kez daha izlemenizi tavsiye ederim.
Aslında The Shining filmi, Kubrick ile King arasında sorun da olmuş, King filmin kendi romanını çerçeve almakla birlikte içerik olarak bambaşka olduğunu söylemiş. Room 237 adlı bir belgesel film var Shining’te Kubrick’in yerleştirdiği gizli kodlar olduğunu savunan ve bunların şifresini çözmeye çalışan bir çalışma. İddia ettiği şu: Kubrick filme kendi hayatına ve kariyerine dair şifreli mesajlar yerleştirmiş. Ayrıca Kızılderili soykırımı gibi konulara dair alt mesajlar da mevcut. Yani iddiaya göre, Kubrick’in filminde Stephen King’in romanından bambaşka bir içerik var. İzlememiş olanlara Room 237’yi izlemelerini öneririm.
Yine Can Evrenol’un kaleminden Room 237 isimli belgeselin incelemesini okumak isteyenleri buraya alabiliriz: https://www.otekisinema.com/2013/12/room-237-2012/