Guillermo Del Toro’nun The Strain’i birkaç yıldır popüler kültür camiasının farklı kollarında adından söz ettirmiştir. Vampirseverler konuşur, çünkü The Strain bir vampir romanıdır. Çizgiromancılar konuşur, çünkü 2011’den bu yana bu kitapla ilgili pek çok çizgiroman yayınlanmıştır. Bir senedir de dizi tutkunları konuşuyor, çünkü Del Toro’nun kitabının dizi olacağı haberi herkesi pek heyecanlandırmıştır. Hele ki ilk bölümü Del Toro’nun kendisi çekiyorsa kalplerin coşku ve sabırsızlıkla atmaması düşünülemez.
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
Sanırım The Strain için büyük heyecan duymayan tek popüler kültür ilgilisi benim. “Nasıl The Strain’i merak etmezsin?” diye üzerime yürüyecekseniz size söyleyeyim, benim bu yoldaki günahım aslında daha büyük: Guillermo Del Toro’yu seven bir seyirci değilim. Pacific Rim ile mest olan çok insan tanıdım, kendim de Pan’ın Labirenti’ni pek severim ama bir Mike Mignola hayranı olarak Hellboy’ları getirdiği noktadan ötürü affedemiyorum kendisini, olmuyor. Tamamen kişisel kırgınlıktan ötürü The Strain’e karşı büyük bir heyecan duymuyordum (hem vampir hikayelerinden de pek hazzetmem). Gene de vazife aşkı ağır bastı ve dizinin şu körpe ilk bölümü seyrettim. Hakkında iki çift laf etmek fena olmayacak.
Hikayemiz ise şöyle: Rutin bir akşam vakti John F. Kennedy Havalimanı’na Berlin’den gelen bir yolcu uçağı iniş yapmaya hazırlanmaktadır. İnişe dakikalar vardır ve her şey yolunda gözükmektedir. Sonra uçak personelinden biri bagajların olduğu bölmeden garip sesler almaya başlar ve esrarengiz sürecimiz kendini gösterir. Dizinin jenerik kısmını atladığımızda Berlin uçağının iniş yapmış olduğunu görürüz ama garip bir durum vardır, uçaktan hiçbir sinyal gelmemektedir ve tüm pencereler kapatılmıştır. Bir terörist saldırı fikriyle temkinli yaklaşan güvenlik ekipleri sonunda muhtemel bir salgın endişesiyle sağlık birimlerini çağırır. Ekipler içeri girdiklerinde ise iki yüzün üstünde yolcunun hepsinin ölmüş olduğu açığa çıkar. Sadece dört yolcu hayatta kalmıştır. Neyin yolcuları öldürdüğü bilinmemektedir, sağkalanları farklı kılan nedir bu da bir gizemdir. Ancak kimsenin bilmediği bir şey daha vardır, o da Berlin uçağının havalimanına bir biletsiz yolcu daha taşıdığı.
İtiraf etmem gerekirse The Strain ile ilgili yıllar boyu süren kampanyadan ben de biraz cezbedilmiştim. Bu sebeple geçen sene çizgiroman serisini okumaya çalışmış ancak ortalarında bırakmıştım. Dizinin ilk bölümüne kadar da hikaye ile ilgili hiçbir öğe hatırlamıyordum. Bölüme başlayıp da Berlin uçağındaki yüzlerle karşılaşınca yavaş yavaş çizgiromanda rastgeldiğim şeyler kafamda canlanmaya başladı. Mevzubahis çizgiromanla kısmen sınav vermiş biri olarak ilk bölümden hiç sıkılmadığımı, bilakis oldukça keyif aldığımı söyleyebilirim.
Öncelikle şu bir gerçek ki bir eserin televizyon uyarlamasının gene eser sahibi tarafından yapılması doğal olarak daha oturaklı oluyor. Bir de ilk bölümün görece uzun (70 dakika) uzunluğunda olması bazı şeylerin aceleye getirilmesini engellemiş, iyi de olmuş. The Strain’in pilot bölümünde ilk kırk dakika güçlü bir gizem duygusuyla işleniyor ve bu sırada kafalar karıştırılmadan yan/ikincil karakterler hikayeye eklemleniyor. Kırkıncı dakikaya geldiğimizde ise hikayenin başat korku öğesi ile çok sert ve alabildiğine artistik bir şekilde tanışıyoruz. Oldukça başarılı bir tanışma anı kotarıldığını belirtmek şart.
Diyaloglarımız ve inandırıcılığımız da The Strain’de fena sayılmaz. Sonuçta bir performans dizisi değiliz, ekrandan oyunculuğun taşması gibi bir durum sözkonusu değil. Bu tarz bir dizinin bize sunması gereken bir ya da iki adet eli yüzü düzgün baş karakter, birkaç adet de şarap gibi yıllanmış eski topraktır, bunlar da veriliyor. Çoğunluğun Walder Frey rolüyle Game of Thrones’tan tanıdığı David Bradley, Berlin uçağındaki dehşetle savaşmak için yıllarını vermiş Abraham Setrakian rolünde karşımıza çıkıyor (Bu role seçilmesindeki Game of Thrones’taki rolü kadar 2013’ün müthiş komedi filmi The World’s End’deki kısa performansının da etkisi vardır, söylemedi demeyin). Dizinin karizmatik salgın araştırmacısı Dr. Ephrahim Goodweather rolünde de Corey Stoll iyi bir iş çkaracağa benziyor. Problem yaşayacağımız bir durum bulunmamakta.
The Strain’in Del Toro ile ilişkisi olduğunu bilmeyen biri bile kısa sürede hikayenin Meksikalı yönetmen bir bağı olduğunu kestirebilir. 1993 yapımı Cronos’un da 2002’nin Blade II’sinin de izleri The Strain de fark ediliyor. Bu durumu bazı sahnelerde kendini tekrar olarak yordum, bazılarında ise “sanatçının imzası” olarak okudum, genel olarak rahatsız değilim. Bunun dışında The Strain’i 70 dakika boyunca seyredebilmemde kullanılan renk paletinin büyük etkisi var. Terminator II yıllarından beri sıcak ve soğuk renklerin ayrı ayrı hakim olduğu sahneleri ve bunlar arasındaki geçişleri çok severim. The Strain bu konuda hassas olduğunu bana pek çok yerde gösteriyor.
Özetle The Strain bu yaz için takip edilebilesi bir macera gibi durmakta. En azından geçen haftalarda incelemesini yaptığım Dominion’la kıyaslandığında kesinlikle çok daha iyi bir seçim olduğu aşikar. Aşkla meşkle işi olmayan, biraz daha ürkütücü, salgınsever vampirler görmek isteyenler kaçırmasın.