Benim açımdan bu yılki Malatya Film Festivali’nin en büyük sürprizlerinden biri, Nine Queens‘ten (Nueve reinas, 2000) beri hastası olduğum Ricardo Darin hatırına hiçbir beklenti içine girmeden, konusunu bile okumadan izlemeye gittiğim The Summit (La Cordillera, 2017) oldu. Santiago Mitre’nin yönettiği The Summit, bütün sadeliğine rağmen sinemada hikâyeyi ve atmosferi besleyen görsel yetkinlik konusunda sinema okullarında okutulması gereken bir film. İşin ilginci, ihtişamını anlatısındaki ölçülü basitlikten ve görsel duruluktan alıyor. Keşke bizim coğrafyamızda da hem biçim hem politik içerik açısından bu tip filmler çekilebilse.
The Summit’in öyküsü iki ana izlek üzerinden koşut kurguyla ilerliyor. Yakın zamanda seçilen, Arjantin Devlet Başkanı Hernan Blanco (Ricardo Darin), Şili’de yapılacak olan ve önde gelen 11 Latin Amerika ülkesinin (Paraguay, Bolivya, Ekvador, Uruguay, Kolombiya, Peru, Venezuela, Meksika, Arjantin, Şili ve Brezilya) yer alacağı bir petrol zirvesine katılacaktır. Zirvenin amacı, OPEC’ten (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) ve dolaylı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nden bağımsız bir petrol birliği kurup enerji (tüketimi, fiyatlaması, satışı vb.) anlamında mümkün olduğunca bağımsızlığa kavuşmaktır. Peki ama Latin Amerika ülkelerinin (ve bilhassa ABD karşıtı Brezilya’nın) başı çekeceği böyle bir oluşuma ABD’nin tavrı (ve karşı hamlesi) ne olacaktır?
Öykünün ikinci ana izleği ise mahiyetini sadece ima ve duyumlarla anladığımız bir krize ait. Başkan Blanco’nun “çok şey bilen” eski damadı, kayınpederine şantaj yapmaktadır. Başkan’la yapılan toplantılara ve alınan kararlara bakılınca, eski damadın hangi kamu kaynaklarının nerede ve nasıl (usulsüzce) kullanıldığına dair (muhtemelen belgelerle ve şahitliklerle destekleyebileceği) malumatının Blanco’nun mevcut iktidarını sarsacak boyutta olduğu anlaşılır. Damadın herhangi bir somut talebi olmaması ne anlama gelmektedir? Ve daha da önemlisi, niye durup dururken böyle bir kriz ortaya çıkmıştır? Blanco, kızı Marina’nın (Dolores Fonzi) Şili’de başkanlık zirvesinin yapılacağı Valle Nevado’ya getirilmesi talimatını verir, amacı eski damadının ne yapmaya çalıştığını anlamak ve ona göre davranmaktır. Zirve, sadece ülkelerarası bir krize değil, bir aile krizine de şahitlik edecektir.
The Summit, işte böyle iki basit konu üzerinde yükseliyor. Başkanlık zirvesindeki temel çatışma, zirveye katılan 11 ülkeden İspanyolca konuşmayan yegâne ülke olan Brezilya etrafında dönen siyasi bir satrançtan kaynaklanıyor. Anti-emperyalist (“ABD karşıtı” şeklinde okuyunuz) bir duruş sergilediğini fark ettiğimiz Brezilya Devlet Başkanı’nın tek amacı Arjantin’i yanına çekmektir. Çünkü sert, kararlı ve otoriter Brezilya Devlet Başkanı’ndan tırsan küçük devletlerin çoğu diplomatik tavrını Arjantin’in tutumuna göre alacaklardır. Öte yandan, Amerika Birleşik Devletleri’nin kontrolünde olduğunu anladığımız Meksika Devlet Başkanı’nın ise başka planları vardır. İkisinin arasında kalan Blanco ustaca hamlelerle ülkesinin çıkarlarını korumaya çalışır ama çok geçmeden şeytan kapısını çalacaktır.
Aile krizindeki temel çatışma ise Blanco ve kızı etrafında şekillenir. Blanco’nun kızı Marina’nın babasıyla oldukça mesafeli olduğunu anlarız. Eşinden ayrılmış olmasına rağmen ara sıra görüştüklerini (Blanco’yla aynı anda) öğreniriz. İşleri çetrefilleştiren en önemli unsur, Marina’nın eski eşine hâlâ olumlu hisler beslemesi olur. Üstelik çiftin bir de çocukları vardır. Sonra hikâye birden farklı bir seyir izlemeye başlar, yeni ve çok daha ciddi bir kriz baş gösterir. Marina bir sinir krizi geçirir ve katatonik bir hâl alır. Konuşamaz duruma gelir. Blanco, yabancı bir ülkede hem coğrafyasına ait önemli bir krizi hem de bir aile krizini çaktırmadan çözmek zorundadır.
Sinema her şeyden önce görsel bir sanattır ve gücünü büyük ölçüde imgenin sonsuz olanaklarına borçludur. The Summit’in en büyük başarısı giderek daha karmaşık bir hâle gelen öyküsünü güçlü görsellerle destekleyebilmesinde yatıyor. Bir dağın zirvesinde gerçekleşen toplantı, aynı zamanda iki büyük krizin zirvesine tanıklık ederken, yönetmen Santiago Mitre işler sarpa sardıkça uzayan yokuşlar, bitmek tükenmek bilmeyen tırmanışlar ve giderek daralan mekânlarla öyküsüne içeriğini birebir yansıtan görsel bir elbise giydiriyor. Öykünün tonu karardıkça açık mekânlardan kapalı kapılar ardına atıyor oyuncularını. Açık mekânları olabildiğince kısıtlıyor. Zikzaklarla dolu dağ yolları, nereye çıkacağı belli olmayan karanlık koridorlar, gizli kapılar peyda oluyor. Kapalı mekânlarda renkler koyulaşıp flulaşıyor, objeler soğuk bir imaj çizmeye başlıyor, zihinsel atmosfere uygun bir şekilde odalar küçülüyor, koridorlar daralıyor. Ve ışık alabildiğine azalıyor. The Summit’te mekân sosyolojisinin ve alan derinliğinin sinemaya sunduğu imkânların güzide örneklerini görüyoruz. Javier Julia’nın görüntü çalışması, Sebastian Orgambide ve Micaela Saiegh’ın sanat yönetimi hatta Sonia Grande’nin kostümleri Mitre’nin orkestra şefliğinde hikâyeyle bütünleşen müthiş bir atmosfer kurulmasına önayak oluyor. Filmin ikinci yarısından itibaren peliküle yansıyan muğlaklık (belirsizlik) hissi kesinlikle tesadüf değil. Karşımızda teknik açıdan birinci sınıf bir film var. Darin’e ilaveten, ABD tarafından resmi olarak görevlendirilmiş Dereck McKinley rolündeki Christian Slater ve Başkan Sastre rolünde ise Adana Film Festivali’nde seyrettiğimiz Zama (2017) ile bizi büyüleyen Daniel Gimenez Cacho kendilerine düşen görevi büyük bir başarıyla yerine getiriyorlar. Ayrıca Brezilya Devlet Başkanı’nı oynayan Leonardo Franco’nun sadece jest ve mimikleriyle bile rolüne büyük bir inandırıcılık ve zenginlik kattığını not düşelim.
Santiago Mitre, iki krizin odak noktalarını küçük çizgilerle birleştiriyor ve dev bir komplonun varlığına zemin hazırlıyor. Blanco’nun sessiz, sakin, alçakgönüllü ve güven telakki eden dürüst görünümünün altında yatan gerçek yüzü yavaş yavaş ortaya çıkarken, emperyalizmin karanlık yüzüne dair önermeleri de ihmal etmiyor Mitre. Blanco, kendisine içeriden ve dışarıdan kurulan (olası) komploların içeriğini anlamaya çalışırken yani kötülüğün kaynağını tespit etmeye uğraşırken ortaya çıkmaya başlayan şey ise Blanco’nun aslında ne menem bir adam olduğu oluyor. Hem ailevi kriz hem de ülkelerarası kriz süratle tırmanıyor ve “Gringo”ların “bağımsızlığa ulaşma ihtimali ortaya çıkan gelişmekte olan ülkeler” söz konusu olduğunda, öngörülebilir “A”, pek bir ihtimal verilmeyen “B” ve asla öngörülemeyen “C” planları yapmak konusunda ne denli mahir oldukları bir kez daha kanıtlanıyor. Özellikle de bir ülkeyi tek başına yöneten otoriter liderlerin şahsi ve ailevi zaafları ile yolsuzlukları gün gibi aşikâr olduğunda.
Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları adlı kitabında “Kapıları açanlar nöbetçilerdir” diyordu. İşte The Summit onu anlatan bir film. Brezilya ve Venezuala’nın yakın dönemde yaşadığı politik çalkantılar ve darbeler düşünüldüğünde, çok daha önce senaryolaştırıldığı anlaşılan The Summit daha bir kıymete biniyor. Man Adası (Isle of Man) ve Rıza Sarraf olaylarının taptaze olduğu bir dönemde ilginizi çekeceğine şüphem yok. Hem Ricardo Darin halkının önemli bir kısmının desteğini ve güvenini kazanmış lakin saklayacak birçok şeyi olan, karanlık bir geçmişe sahip, “uzak adalar”da akçeli işlere giren, ailevi problemler yaşayan, damadı “çok şey bilen”, kendi dışişleri bakanı ve de en yakın arkadaşları/danışmanları/yardımcıları tarafından sürekli yanıltılan ve sırtından vurulan ama iş sıkıya geldi mi en karanlık güçlerle her türlü çıkar ilişkisine girmekten imtina etmeyen son derece tanıdık, namus ve dirayet timsali bir “Beyefendi”yi oynuyor.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç