Okul Bir Ülke Gibidir: The Teachers’ Lounge / Öğretmenler Odası (2023)

16 Şubat 2024

Almanya bizi kıskanıyor mu, bunu elbette bilemem. Lakin bir şeyi çok iyi biliyorum, o da her türlü zorluk ve baskıya, ekonomik dibe vuruşa rağmen hakkını aramayı bırakın, hakkını aramayı düşünenlere dahi ayar olan bir toplumu, hangi kontrol mekanizması kıskanmaz? Bütçe fazla bile çıkınca, yardımlar da peş peşe olunca herkes hunharca memnundur, haliyle. Ancak yoksulluk ve yoksunluğuna karşın halinden gayet memnun kitlelerin varlığı, kabul buyurun her siyasi gücün biricik düşüdür. Her neyse konumuz bu değil zaten, mevzumuz tüm olası çatışmaları dizginleyecek, önleyecek veya yönetecek idari mekanizmaların, en ufak bir sorunda dahi hakimiyeti yitirmesi, kontrolü tamamen kaybetmesi, hatta ve hatta bir ateşi söndürmek yerine körüklemesi mümkündür üzerinedir. Evet, yönetmen İlker Çatak’ın, yabancı dilde en iyi film dalında Almanya adına Oscar heykelciğini kapmaya çalışacak olan Öğretmenler Odası adlı yapıtını seyredince, yine ve yeniden fark ediliyor, her toplum özünde baskıcıdır ve illa açık arar, doğu veya batı hiç fark etmez, büyük-küçük, yaşlı-genç, kadın-erkek de keza öyle.

Öncelikle Öğretmenler Odası filmini, şablon sevdasına kapılmaması sebebiyle sevdim, kolaylıkla arketip bu olmalı diyerek, öğretmenlerden kurtarıcı veya süper kahraman yapma yoluna girmemesi, bence gayet güzel! Küçük bir hırsızlık meselesinin ilk evvel dallanıp budaklanması ve ardından da resmen bir çığa dönüşmesinin yegâne sebebi besbellidir. Bu harbiden derin ve keskin belanın adı önyargıdır. Yok ben farklıyım, hayır öyle biri değilim, kesinkes aşmış bir insanım diyebiliriz, diyebilirsiniz, yine de bu lanet meret direkt nüfuz eder hemen her bünyeye. Peki, etik kaideler ve ahlak normları, nasıl bir standart içerisinde olmalıdır derseniz, haliyle bu sualin tartışmaya bariz açık olduğunu söyleyebiliriz.

blank

Şöyle epey geri gideyim, kendi adıma. Uzunnn uzun seneler önce, hani yeniyetmeyken, kara önlük, ak yakalar ve yamalı pantolonlar kuşanıp, suluk ve beslenme çantalarımızla şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk derken, günümüz anlayış ve kavrayışından fersah fersah uzak olduğumuzu belirtmek isterim.

Sıra dayakları, bireysel dayaklar, öfke nöbetleri, eşe işe bozulup süt bebelerine parlamalar, kıpkırmızı avuçlar, kırılan cetveller, saç çekenler, kocaman elleriyle minicik yüzleri tokat manyağı edenler ve haliyle al yanaklar. Kamera yok, soruşturma yok, itiraz yok, hadi oldu diyelim, öğretmenlere eti senin kemiği benim diyen veliler, hak etmişsin diyerek dayağın devamını getirebilirdi, pek kolay! Hah! Her ev böyle olmadığı gibi, ilkeli öğretmenler de vardı elbet! Lakin azdılar, pek azdılar. Öyle ki birkaç öğretmen kalmış hatırımda, onca yıllık öğrencilik hayatımda, çoğu silik, unutulmuş, gereksiz, anlamsız, manasız tipler. Misal bir Akif Hoca vardı hiç unutmam, 12 Eylül kanlı darbesi yaşamı altüst edeli çok olmamıştı, pazar yerinde karşılaştık sebze-meyve satıyordu, çok utanmıştı, o utanınca ben mahcup oldum, bir öğretmen pazarcılık yapmaktan neden hicap duysun, illa ar edilecekse şayet, öğretmenini geçindiremeyen millet-devlet etmeliydi. “Öğretmenim, Maveraünnehir nereye dökülür?” diye de sormadım, soramadım, zaten konumuzla alakası da yoktu. Sosyal medyaya şöyle bir göz gezdirince, günümüzde öğretmen maaşlarını çok bulanlar, yan gelip yatıyorlar, parayı cukkalıyorlar diyenler hayli mevcut, bu hayati önemdeki mesleğin hakkını ziyadesiyle versinler, öğrenme bedelini hiçbir maaşın karşılayamayacağını bilsinler, kâfi.

blank

Hala filme gelemedik ama toplumun ilke diye benimsediklerinin sürekli değiştiğini anlatmak gerekti, zannımca. Yasa değişir, nizam değişir, kural değişir, oh oh değişmeyen tek şey değişimdir diyeyim de hep beraber bayılalım isterseniz. Şimdilerde öğretmenler, öğrencilerini dayak arsızı yapamıyor haliyle (öğrenci, öğrenciyi hedef alıyor daha çok, akran zorbalığı denen illet hem dünyada hem de ülkemizde sahiden büyük dert), kamera var, yaptırım var, e veliler de akıllandı, ebeveyn olduklarını anımsadılar falan filan. Elbette şımaran, dayılanan öğrenciye, öğretmene, herkese ve her şeye kan kusturan öğrenciler ile ne yapsa yanına kar kaldığı eski günlerde olduğunu sanarak şiddete başvuran hocalar illa vardır. Tamamen yok etmek imkânsız, çünkü insanın doğasında şiddet, hiddet ve nefret de var, ne yazık ki.

Öğretmenler Odası, metniyle, gerilimiyle, atmosferiyle sahiden kalburüstü bir yapım, belli başlı rolleri Leonie Benesch, Michael Klammer, Rafael Stachowiak, Leo Stettnisch ve Friederike Kuhn üstlenmiş. Senaryoda İlker Çatak ile birlikte Johannes Duncker’ın imzası var. Özellikle Leonie Benesch ilkeli ve takıntılı öğretmen rolünde resmen döktürüyor, yeri gelmişken söyleyelim.

blank

Aslında mesele büyük resmi görmekte (illa hep bir kesim mi görecek, mümkünse herkes görsün), şakayla karışık gerçeği söylüyorum bu arada, çünkü okulu, bir ülkenin küçük bir versiyonu gibi düşünebiliriz, rahatlıkla. Öğrenciler, öğretmenler, veliler şahsında, toplumda işlerin kontrolden çıkma hızını da düşünebiliriz aslında. Değil mi ama? Toplumun aynası olduysa eğer okul halkı, geneli ilgilendiren ırkçılık, güç, kayırma, sosyal adalet, haklar, suç ve benzeri temaları onların üzerine bir elbise gibi geçirebiliriz, hiç değilse deneriz.

Öğretmen Carla Novak genç, idealist ve ilkeli bir öğretmendir, korumacı ve kollayıcıdır, çoğu kişinin lanet olsun diyebileceği ve sıkı tuttuğu ipi gevşetebileceği noktada o, canı yansa dahi taviz vermeyi ve pes etmeyi aklına bile getirmez. Dramı, şüphe ve gerilimle sürüklemeyi deneyen senaryo, öğretmen Carla’nın okula dadanan hırsızı dedektif gibi bulma çabasını ve sonrasını anlatıyor. O, bu uğurda istemeye istemeye hem çok sevdiği ve başarılı bulduğu öğrencisi hem de ona okulda en yakın davranan çalışanla savaşmak zorunda kalacaktır. Kızgın bir anne, önyargılı öğretmenler ve isyancı öğrenciler arasında mekik dokur Carla, onu hedef alan okul gazetesindeyse Latince “Vincit omnia veritas” yazmaktadır, yani hakikat her şeyin üzerindedir. Peki, hakikat nedir, gerçek kime göre, neye göre şekil değiştirir. Filozof Aristo; “Başkalarının kusurlarını tartarken, parmağı ile terazinin kefesini bastırmayan insan pek azdır” demiş. Öyle ya, bu pek az insan normal değil deli sayılıyor ve üstelik antik dünyada da modern hayatta da değişmiyor bu zımbırtı. Ve sorunlar çözülmeye değil, büyümeye yatkındır, işlerin iyiye gitmektense kötüleşmeyi tercih etmesi gibi. Düzeltmeyi deneyenlere ne mi oluyor, elbette ceza onlara kesiliyor, ne sandınız?

Öteki Sinema için yazan: Alper Turgut

blank

blank

Alper Turgut

Adana’da doğan Alper Turgut, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. Sinema üzerine yazmaya 2006 yılında başlayan ve 2009’da Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyesi olan Turgut’un film eleştirileri, Cumhuriyet, Evrensel, Birgün gazetelerinde yayımlandı. Alper Turgut, şimdilerde Öteki Sinema ve Gazete Kadıköy’de sinema üzerine anlatısına devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Christmas Evil / You Better Watch Out (1980)

Christmas Evil (1980), kimilerine göre yapılmış en iyi Christmas (Noel)
blank

2019: After the Fall of New York (1983)

Çocukluğumun sinemalarında seyredip de aklımdan hiç çıkmayan bir çöp apokaliptik