Bilimkurgu, korku ya da fantastik türlerindeki en uçuk filmler bile aslında günümüze ve yaşadığımız hayata dair bir şeyler söyler. İster milyonlarca yıl sonraki gelecekte geçen bir macerayı, ister cehennemin en kuytu köşelerinden çıkagelen bir zebaninin dehşetini, isterse de hiç var olmamış bir dünyada var olmamış ırkların mücadelesini anlatsın, her film yaşamın basit ya da karmaşık olay ve olgularından doğar. Çünkü gerçeklikten tümüyle kaçmak imkânsızdır, asıl mesele gerçekliğin ne olduğudur.
Terminatör gibi bir bilimkurgusal başyapıtın özünde de insanoğlunun binlerce yıllık macerasının ürkütücü bir yönü yatar: teknoloji. Bu terim aklın sadece araçsallığını ifade eder, bütününü kapsamaz. Bu yüzden ürkütücüdür; kapsamı dardır, ama hayatımızda öylesine büyük bir rol alır ki, sağlıklı ama sadece tek uzvunu kullanan insanlara çevirir bizi. Aydınlanma, akılcılık, pozivitizm ve ilerlemecilik fikirlerinin aşırılaştırılmasıdır onu tehlikeli kılan. Yarattığı sorunların çözümünü yine kendi içinde barındırdığı iddiasıyla kendine meşruiyet kazandırır. Mesela, teknoloji yüzünden kirletilen doğa, yine teknolojik gelişmeler sayesinde eski dengesine kavuşturulacaktır, hatta bu sorunların sebebi teknolojiye yeterince önem verilmemesidir, der. Sınırsızlığı, sağladığı faydaların büyüklüğü ve sürekli gelişme potansiyeli yaratıcısını, yani insanı tanrılığa soyundurur.
Teknolojinin cazibesine kapılmayan insanlar ise bu tehlikeyi sürekli göze sokmak isterler. Evren, varoluş ve hayat karşısında hiçbir şey bilmeyen insan, yarattığı değişimlerin ne gibi sonuçlara yol açacağını bilemez, der. Buna rağmen elde ettiklerinin sarhoşluğuna kapılarak büyük bir kibirle yoluna devam eden insanlık korku vericidir onlara göre.
Teknofobi açısından 80’ler farklı bir kavşağı ifade eder, çünkü özellikle Japon ekonomisinin şahlandığı bir dönemdir. Bunun en büyük sebebi Japonların teknoloji sektöründe liderliğe oturmasıydı. Fabrikalar Henry Ford’un gözlerini yaşartacak şekilde robotlar ve bilgisayarlar tarafından tam otomasyonla çalışıyordu. Bu yüzden insanlar işsiz kalıyor, teknolojinin yarattığı sosyal yıkımdan bahsediliyordu. Ülkemizde traktörlerin tarlaya girmesiyle yaşadığımız travmayı Batı uygarlığı Sanayi Devrimi’nden bu yana sürekli ve daha şiddetli yaşıyordu. Teknoloji sadece dev üretim tesislerinde kalmıyordu; pratik, kullanışlı ve konfor sağlayan ürünlerle, mesela bilgisayarlarla evlerimize de giriyordu. Her yerde bir elektronik çılgınlığı yaşanıyordu. Dergi ve gazetelerin 10-20 yıl sonra hayatımıza girecek yeniliklerle ilgili makaleleri, bu teknoloji imgesini silinmez bir biçimde zihinlerimize kazıdı. Ancak insanı sürekli arkasında bırakan teknolik ivme öylesine büyüyordu ki, sonunda bir felakete uğrayacaksa bile zamanında durdurmaya gücümüzün yetmeyeceği konusunda endişelere ve uyarılara yol açıyordu.
Terminatör bu felaket uyarılarının ilki değil. İnsanın tanrılığa soyunarak yol açtığı felaketleri kurgulayan pek çok anlatı var. Mesela Dr. Frankenstein ve Dr. Moreau… Yapay zekânın kendi yaratıcısını yok etmeye çalışmasını anlatan ilk örnek de değil. 2001: A Space Odyssey filmindeki HAL 9000 (1968) hafızalarda tazecik duruyor. Frank Herbert’ın Dune serisinde de insanların makinelere karşı savaştığı Butleryen Cihat’tan bahsedilir, bu yüzden insanın kendisine benzeyen makine yapması yasaklanmıştır. Androidlerle insanların savaşını anlatan film olarak da Screamers (1995) gelir akla. Ama özellikle WarGames (1983) filmi ilginçtir: Joshua isimli yapay zeka programı, kendisine ABD’nin savunma sistemlerinin kontrolü verildiğinde dünyadaki en büyük tehlikenin insanoğlu olduğuna karar verir ve soyunu tüketmek için harekete geçer. Joshua’nın yerine Skynet yazın, The Terminator anlatısının bel kemiği oluşur.
Terminatör‘ün farklılığı, temelinin bir kıyamet hikâyesi oluşu, ama bu kıyametin öncesinde geçen olayları aktarmasıdır. İnsanlığa karşı açtığı savaşta John Connor’ın liderliği ve azmi yüzünden kesin zafere ulaşamayan Skynet, John Connor’ı henüz doğmamışken, daha annesinin rahmine düşmeden yok etmeye karar verir. Bu planı öğrenen John Connor da annesini koruması için sadık bir askerini geçmişe yollar ve büyük mücadele başlar. Kıyametin yaklaşıyor oluşunun yarattığı gerilim altta yatar, asıl heyecan ve sürükleyiciliği gelecekten gelen androidlerin saldırısından kaynaklanır.
İşte nihayet konumuzun aslına, yani sinema tarihinin en belalı androidlerini incelemeye geçebiliriz artık.
T-800
Yazının başlığında “Her şey bir kâbusla başladı” demiştik. Gerçekten de öyle. James Cameron İtalya’da film çekimlerindeyken hastalanır ve yatağa düşer. Uykusunda kırmızı parlak gözleri olan ve onu öldürmeye çalışan bir androidle ilgili bir kâbus görür. Sinema tarihine geçen anlatının temeli atılmıştır.
Asıl çıkışını Conan the Barbarian (1982) ile yapan Arnold Schwarzenegger, T-800’ü canlandırmak için biçilmiş kaftandır. Kötü oyunculuğunun dezavantajlarından kurtulmuştur, çünkü duygusuz ve ifadesiz bir androidi canlandırmaktadır. Yüzü ve heybetli fiziği ile, daha metal iskeleti görünmeden önce seyircide korkutucu bir etki bırakır.
T-800’ü (genel olarak bütün Terminatörler gibi) bu kadar belalı yapan, tek bir amaca kitlenmiş olmasına rağmen oldukça zeki hareket etmesidir. Tamam, gerektiğinde polislerle dolu bir karakolu basar, herkesi öldürür, çünkü hedefine ulaştığı takdirde kendini açığa çıkarmasının bir önemi yoktur. Ürkütücülüğü, konu ilerledikçe sahip olduğu organik kılıfın azar azar hasar görmesiyle artar. Bir otel odasında hasarlı organik dokularını kesip biçtiği sahnede James Cameron’un kabusu can bulur: T-800’ün parlak kırmızı gözleri aynadan bize bakar. Filmin finalinde kamuflajından tamamen sıyrıldığında en dehşet verici görüntüsüne kavuşur. Parçalandıktan sonra bile sahip olduğu bütün güçle hedefinin peşinden gitmeye çalışması bu görünümle pekişir.
T-1000
Cameron, The Terminator‘dan sonra kendini iyice ispatlayıp daha büyük bütçelere kavuştu. Sinema teknolojisini en iyi kullanan yönetmenlerden biri olarak Terminator 2: Judgment Day ile yepyeni bir aşama kaydetti. Bugün gözümüzün tamamen alıştığı CGI (Computer-Generated Imagery) tekniği küçük denemelerden sonra ilk kez uzun metrajlı bir filmde kendisine bu kadar yer buluyordu. Evet, teknofobik bir hikâyeyi anlatmak için teknolojinin kullanılmasında ironik bir yan var…
Söz konusu olan sadece efekt gösterişi değildi. Çünkü bu filmin kötü androidi T-1000, kendisinden önceki T-800’den çok daha ileri bir modeldi. Cıva gibi yoğun, sıvı metal bir alaşımdan oluşuyordu. Yediği kurşunlar bedeninde delikler açıyor, ama bu delikler hamura şekil verir gibi tekrar kapanıyordu. Bedeninin tamamını sıvılaştırıp kapı altlarından geçebiliyor, yoğunlaşınca da herhangi bir insanın görünümüne bürünebiliyordu. Bunu beyaz perdede inandırıcı bir şekilde gösterebilmek için CGI’dan başka çare yoktu.
Cameron’un bir başka zekice hamlesi, ilk filmin kötüsü T-800’ü, haliyle Arnold Schwarzenegger’i bu sefer iyilerin koruyucusu olarak kullanmasıydı. Üstelik T-800’ün ilk bölümdeki hatırası, ikinci filmin başlangıcına iyi bir gerilim unsuru sağlıyordu. Film ilerledikçe John Connor’la kurduğu ilişki ve gösterdiği duygusal tepkiler, Blade Runner (1982) kadar olmasa da, duygu ve düşüncelerin bir bütünü anlamındaki bilincin, bir özne olmanın insanoğluna tapulanmadığını düşündürüyordu.
T-1000, sahip olduğu ileri teknoloji nedeniyle daha ürkütücü ve daha durdurulmazdı. Onu canlandırabilmek için bir aktörün bütün zorlu aksiyon sahnelerinde bile ifadesini, duruşunu ve tavrını istikrarlı bir şekilde koruması gerekiyordu. Robert Patrick hem bu anlamda hem de yüzünün yarattığı tekinsiz havayla bu işin altından başarıyla kalkıyordu. Teknoloji, robotlar ve androidler deyince gözümüzün önüne gelen mekanik anatomi, ledler, çipler ve kablolar yerine hayalgücüne de boyut kazandıran bir androiddi T-1000.
T-X
Bana kalırsa Terminatör serisinin büyüsü ilk iki filmle bitti. The Matrix‘ten (1999) sonra yeni milenyumun daha farklı bir sinema havası var. Bu da çok doğal, çünkü zamanın ruhu değişti. İnsanlığın endişelerinin temelinde yine teknoloji var, ama yapay zekâ tartışmaları -şimdilik- arka planda kaldı. En büyük etik sorun klonlama ve genetik teknolojisi, en dehşet verici felaket senaryosu küresel ısınma ve doğal afetler. Buna rağmen Terminatör’ün harcındaki etkileyici konu ve sahip olduğu ticari potansiyel boşta bırakılır gibi değil. Ancak Cameron, bence akıllıca bir tercihle, yönetmenlik koltuğuna geçmedi bu sefer. Terminator 3: Rise of the Machines efsanenin yanına yaklaşmaktan uzak, vasat bir boş zaman eğlencesi olarak kaldı. İki unsura dayanıyordu: Birincisi, bertaraf edildiği sanılan felaketin aslında önlenemez olduğunu, insanlığın geriye dönülmez adımlar attığını anlatıyordu; ikinci olarak da yeni bir kötü androidi beyaz perdeye taşıyordu.
T-X ilk iki filmin ekmeğini yemek maksadıyla yaratılmış bir melezdi. T-800 gibi metal bir iskelete sahipti, ama dış yüzeyi T-1000’de olduğu gibi sıvı metaldi. Bu da yetmezmiş gibi dişi bir model olarak tasarlanmıştı. Eh, bunu da feminist mücadelenin bir kazanımı olarak görebiliriz belki. Her şeye rağmen, gerek filmin başarısızlığı gerekse yukarıda bahsettiğim büyü bozumu nedeniyle seyircide eski etkiyi yaratmayan bir android olarak kayıtlara geçti.
Ve sonrası…
Dedik ya, ticari potansiyel başıboş bırakılmaz diye, Terminatör serisi bir TV dizisi ve geçtiğimiz sene vizyona giren yeni bir sinema filmiyle devam etti. Terminator Salvation hem kıyamet sonrasında geçtiği hem de T-800’ü (tamamen CGI bile olsa) yad ettiği için belli bir seyirciyi kendine çekti. Her filmde yeni model mantığı yarı insan yarı robot bir cyborg karakter kazandırdı. Ama en iyisi bunları ait olduğu eğlencelik rafına yerleştirmek ve ilk iki filmin büyüsünü muhafaza etmek.
Öteki Sinema için yazan Deniz Akhan
rise of the machines ile başlayan ihanet salvation ile ayyuka çıktı. gerçekten ihanettir bu iki film terminatör efsanesine.
Terminatör Filmlerinin başında ki mantık hatası beni düşündürüyor John Conner ‘ın Babası Askeri ise John Connor Gelecekte nasıl doğup var oluyor. Olmayan bir Connor.. yok eğer Kyle Reese göndermeden başka babası varsa Kyle Reese nasıl babası oluyor…Terminatör 3 filmine de beğenilmedi ve tutmadı demek ne derece doğru olur bilmiyorum ancak çok akılcı ve güzeldi sonunu bağlayamadılar sadece o kadar diye düşünüyorum
sahsen arnold a conan dan itibaren isinamamistim,cocukluk yillarimin tek kahramani olan kimmeryali conani arnoldun oynadigi bir filmde gormek dahi arnolda sempatimi artirmadi ,buna ragmen ilk iki terminatir iyi bir filmdi .fakaaaat
herseye tamam ok ,anlarimda ,
su terminator 4 te john connorun filmin basinda helikopterle hasarli bir terminatoorun ustune konup kadasina siktigi tek kursunla ,bir terminatoru yok etmesi o sahnede fimi bitirdi benim icin ….
madem terminator 4 .filmde o kadar basit oluyorsa, ulen niye ilk iki filmde bizi yediniz o kadar .yok edilemez durdurulamaz diye …
saygilarimla
Filmlerde mantık hataları çok fazla evet, katılıyorum. Özellikle de T800’lerin çok ileri bir işlemci ve tüm dinamikleri modelleyip hesaplayabilme kabiliyeti varken yakın mesafeden hedefi (John Connor) saniyeler boyunca attığı o kadar kurşuna rağmen vuramaması buna en iyi örnek. Serinin 2. ve 3. serilerinde polislere karşı atılan mermilerin hesabını çıkarıyor hani, harcanan mermi şu kadar, yok edilen araç sayısı bu kadar, ölen insan sayısı 0. Bu kadar iyi hesaplanabilen atışlar, söz konusu hedef John Connor olduğunda karavana oluyor nedense. Bir de söz konusu terminator John Connor ile fiziksel bir temas kurduğunda nedense onu boğarak ya da ümüğünü oracıkta sıkarak ya da belini kırarak öldürebilecekken ordan oraya fırlatmaktan başka birşey yapmıyor. T3 filminde Arnold’un canlandırdığı T800’ün kafası mekanik olarak nerdeyse koparılmışken ve tüm vücudu kontrol eden işlemci vs kafanın içindeyken robot tekrar canlanıp kafayı yerine takıveriyor. Ancak bu kadar saçmalanabilir. O kafayı hareket ettiren onca mekanik ve karmakarışık bağlantı noktası hemencecik yerine oturuveriyor. Aynı saçmalık dizisinde de var. Zaten dizisi ayrı bir vaka. Zombi T800’lerle karşı karşıyayız dizide. İzleyiciyi aptal yerine koyuyorlar. Kafası kopuk beden gidip kafayı buluyor ve yerine takıyor. Yetmezmiş gibi gidip bir de kendine etten süper estetik bir vücut yapıveriyor. Nasıl mı? İçi kan dolu bir küvette birkaç saat bekleyerek. Bir de 1984 ilk filmde gerçek Sarah Connor’dan önce öldürdüğü aynı isim ve soyisme sahip diğer iki kadına kurşun sıktığı sahne var. Tıpkı bir insan gibi gözünü kırpması çok saçma olmuş. Bu oyunculuğundan ötürü benden eksi puan aldı Arnold amcam. Yaa sen terminatörsün, senin duyguların mimiklerin yok, gülmeyi bile bilmeyen bir makinesin, silah patlarken, üstelik de kendi sıktığın silah patlarken nasıl gözünü kırpar yüzünü buruşturursun? Tepkisiz olman lazım. Bir de gerçek Sarah Connor’ın adresi telefonu resmi de mi yok hafızanda?
Yazacak çok şey var ama 1. ve 2. filmi o kadar övüp diğer ikisini yerden yere vurmak haksızlık olur. Mantık hataları saçmalıklar ilk iki filmde de fazlasıyla var. Demem o ki bunlara çok takılmamak lazım ama yine de takılmadan edemiyor ve sindiremiyor insan. Aptal yerine konmak koyuyor adama. Kurguya, aksiyon sahnelerine bir lafım yok. Ama izleyiciyi aptal yerine koymaya hiçbir yönetmenin hakkı yok. Bahsettiğimiz film Dümya’yı Kurtaran Adam filmi değil. Terminator gibi bir efsaneden söz ediyoruz. Herşeyi sineye çekemeyiz. Herneyse içimi döktüm biraz ama herşeye rağmen bu seriyi, Arnold’u, kurgusunu, havasını herşeyini seviyorum. Ve zevkle izliyorum.