Andrew Morgan’ın The True Cost isimli belgeseli, “Bu bir giyim hikâyesi” sözleriyle başlıyor ve “izleyecekleriniz açgözlülük, korku, güç ve yoksulluk hikâyesi” diyerek devam ediyor. “Basit bir giysi” konusunun yoksulluk, korku, açgözlülük gibi kavramlarla aynı anda anılması, ilk anda seyirciye tuhaf gelebilecek olsa da, herhangi bir kapitalist endüstri yağma, talan ve sömürü olmaksızın kurulamayacağından hiç de şaşırtıcı görülmemelidir. İzlediğim en iyi belgesellerden biri olan ve “Öğrendiklerimiz moda konusundaki düşünme şeklimizi değiştirdi, umarım sizin üzerinizde de aynı etkiyi yapar” diyen filmin bu temennisini yinelemek ister ve izleyen herkes üzerinde aynı etkiyi yapmasını dilerim.

“Eskiden bir moda sistemimiz vardı. İnsanlar defilelere gider, sezonun modasını görürdü. Bu iş yıllarca böyle yürümüştü. Ne var ki, bu endüstri yeniden oluşturuldu. Temelde daha çok ürün değişsin diye, her hafta yeni bir şeyler çıkıyor. Bunu yaratan şey ise Fast Fashion.” (filmden)

Moda endüstrisinin çevresel ve toplumsal etkileriyle ilgili araştırmalar yapan bir gazetecinin, “Önceden devasa bir giysi dolabım vardı, her yer giysi doluydu. Eve alışveriş torbalarıyla gelir, her gün yeni şeyler alırdım ama asla giyecek bir şey bulamazdım” sözlerinin ne kadar “tanıdık” geldiğini söylemeliyim. Gazetecinin dediği gibi, moda endüstrisinin, “kim olduğumuzu giysilerimizle ortaya koyma” yolunda bizleri ikna etmeyi başarması üzerine, insanların sürekli bir şeyler alması, aldıklarını hiçbir zaman yeterli görmemesi, böylece yeniden bir şeyler alması ve hiç durmaksızın süren bu döngünün yol açtığı trajedi ve yıkım filmin hikâyesidir.

“Bir giysinin son 20 yıldaki fiyatına bakarsanız üründe deflasyon olduğunu yani fiyatının sürekli düştüğünü görürsünüz. Maliyetlerin artmasına karşın giysi fiyatlarının düşmesi ancak ucuz işgücü ve sömürü ile olanaklıdır.” (filmden)

Yaklaşık 50 yıl öncesine kadar Amerikalıların giydiği kıyafetlerin %95’inin ülke içinde yapıldığını oysa günümüzde sadece %3’ünün kendileri tarafından üretildiğini, %97’sinin ise gelişmekte olan yani geri bıraktırılmış ülkelerde yaptırılmaya başlandığını iddia eden filmin ekrana getirdiği Çin’deki bir atölye sahibinin, “Amerika’da satılan her altı gömlekten birini biz üretiyoruz” sözleri bu durumun kanıtı oluyor.

“Ürünleri yurt dışında yaptırdıkça satın aldığımız giysiler ucuzlamaya başladı. “Fast-fashion” denilen bu yeni model, giysilerin arz-talep yöntemini değiştirdi. Bir noktada kendinize sormanız lazım. Bu nerede son bulacak?” (filmden)

Rana Plaza

Fast-fashion, “yeni trendleri” karşılamak için “maliyeti düşük” üretimlerle, son moda ürünlerin uygun fiyatla satışını hedefleyen bir “anlayış” şeklinde tanımlanmaktadır. Böylece daha düşük maliyetlerle üretilen giysilerin yaygınlaştığı, tüketicilerin moda olan giysileri daha uygun fiyatta satın alabildiği, tasarım, üretim ve teslimat arasındaki süreçlerin hızlandırılarak, tüketici taleplerinin eksiksiz karşılandığı iddia edilmektedir. Oysa bunun eksik, yanlış ve taraflı yani endüstrinin dolaşıma soktuğu kendi tanımı olduğu gözlerden kaçırılır. Yeni trend denilen şey reklamlar aracılığıyla kitlelere dayatılan tüketim kültürü, fiyatların ucuz olmasını sağlayan şey düşük maliyet değil ucuz işgücü ve sömürü, hızla değişen şey ise tüketicilerin talepleri değil endüstrinin arz şeklidir. Köle gibi çalıştırılan Bangladeşli bir işçinin şu sözleri, fast-fashion’ın gerçek tanımıdır.

“Her sabah erkenden kalkıyoruz, fabrikaya gidiyoruz ve bütün gün, çok ama çok çalışıyoruz. Büyük emeklerle giysi yapıyoruz. İnsanlar da onları ucuza giyiyor ama bizim o giysileri yapmamızın ne kadar zor olduğunu bilmiyorlar. Sadece satın alıp giyiyorlar. O giysilerin kanımızla üretildiğine inanıyorum.” (filmden)

Maliyetleri azaltmak isteyen moda şirketleri, üretimlerini, çevresel, sosyal ve yasal düzenlemelerin yetersiz olduğu hatta bu düzenlemelerin yetersiz olmasının büyük ölçüde kendilerinin sorumlu olduğu geri bıraktırılmış ülkelere kaydırmışlardır. Düşük ücretler, kötü yaşam ve çalışma koşulları, işçi ve insan hakları ihlalleri, uzun çalışma saatleri, çocuk işçiliği, zorla çalıştırma ve zararlı maddelere maruz kalma bu işçilerin karşı karşıya kaldığı kötü koşullardan yalnızca birkaçıdır.

“Küresel pazar öyle bir yer ki, işleri kendi istediğimiz koşullarda dışarı veriyoruz, sonra da hiç düşünmeden satın alabileceğimiz ucuzlukta bize geri geliyor.” (filmden)

Günümüzde, moda endüstrisinin yılda ortalama 150 milyar adet mal ürettiği, insanların her yıl yaklaşık 100 milyar giysi ürünü ve 15 milyar çift ayakkabı satın aldığı iddia edilmektedir. Bu da kişi başına ortalama 12 giysi ve 2 çift ayakkabı demektir. Yapılan araştırmalar, bir kişinin gardırobunun yaklaşık 150 parçadan oluştuğunu ancak bunların yarısının çok az giyildiğini veya hiç giyilmediğini ortaya koymaktadır. Bu sayıların, açlık çeken hatta temiz içme suyu bulamayan milyarlarca insanı kapsadığını bildiğimize göre, aslında az sayıda insanın çok fazla tükettiğinin gözlerden kaçırıldığını söylemeliyim.

“Moda şirketleri, “Üretim yapılan tüm fabrikalarda asgari ücrete uyulmasını, kadınlara saygı gösterilmesini, çocuk çalıştırılmamasını, zorunlu işçilik ve mesai dışı çalışma olmamasını istiyoruz” filan diyorlar. Ama birkaç yıl önce Kongre’ye, Düzgün Çalışma Koşulları ve Adil Rekabet Yasası başlıklı bir kanun teklifi verildiğinde ya da bunu yapmak için çalışıldığında, şirketler hep bir ağızdan aynı tepkiyi veriyorlar. “Hayır, olamaz. Bu serbest ticarete engel olur. Bunu kabul edemeyiz.”” (filmden)

Bangladeşli bir atölye sahibi, şirketlerin kendilerine gelip “Bu gömlekler 5 dolara satılıyor, ben 4 dolara satmalıyım yani fiyatı düşüreceksiniz” dediğini, kendilerinin de işi almak için fiyatları düşürdüğünü; bir süre sonra bir başkasının gelip “3 dolara düşürün yoksa işi alamazsınız” denildiğini ve başka çareleri olmadığı için tamam demek zorunda kaldıklarını anlatıyor. “Aslında sürekli hayatta kalmaya çalışıyoruz. Sonuçta bir şey esnemek zorunda. Ya fiyatlar yükselecek ve imalathaneler kapanacak ya da indirim yapılacak. Bu yeni iş modelinde indirim yapmak ve güvenlik önlemlerine boş vermek kabul edilebilir bir şey oldu” diyen atölye sahibi, “Batı’da “her gün ucuzluk” diyorlar ama her gün benim tepeme biniyorlar ben de işçilerimin tepesine, olay bu” diyerek, fast-fashion ürünlerdeki ucuzluğun sebebinin aslında işçilerin çalınan emek gücü olduğunu itiraf etmiş oluyor.

blank

“Dev şirketler Bangladeş’teki bir fabrikaya gidip 1,5 milyon kot sipariş ediyor, tanesi 30 sente, 50 sente. Hızlı ve ucuza üretmek isteyen fast-fashion arz zincirinde, kemer sıkması gereken yalnızca işçiler. Ama tüketici açısından da, 5 dolara tişört, 20 dolara kot almak gerçekten etik mi?” (filmden)

“Küresel moda, yıllık 3 trilyon dolarlık bir endüstri haline geldi” diyen film, devasa güçlere sahip bir avuç şirketin mallarını üreten bu atölyelere “sweatshop” dendiğini söylüyor.  John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları kitabında, sweatshop’ları, “insanlık dışı denebilecek kadar kötüleşebilen çalışma koşullarında, sık sık günde 18 saate varan mesailerde, çoğu çocuk ve kadın olan işçilerin az para ile çalıştırıldığı ve insan emeğinin istismar edildiği sağlıksız işyerleri” olarak tanımlar.

“Sweatshop sözünün kendisi bile insanın aklına, biz bencil Amerikalılar için üçüncü dünya ülkelerinde berbat koşullarda köle gibi çalışan yoksul insanların ve çocukların korkunç görüntülerini getiriyor.” (filmden)

Sweatshop’lar sömürünün makul sayıldığı yerler haline getirilmeye çalışılsa da film, bu atölyelerde çalışan işçilerin Amerika’da yaşayan hiç kimsenin düşünemeyeceği kadar düşük ve sağlıksız koşullarda yaşadığını açıkça ortaya koyuyor. Ne var ki sweatshop’ların, “işçilerin yaşam standartlarını zamanla yükseltecek ve daha yüksek ücretlerle daha iyi çalışma şartlarına götürecek bir sürecin parçası” olduğunu, “dikiş dikmenin tehlikeli bir yanı olmadığını” söyleyen ve bu düzeni savunanların olduğunu görmenin utanç verici olduğunu söylemeliyim.

Shima isimli bir genç kadını ekranlara getiren ve onun “dünyadaki yaklaşık 40 milyon giyim fabrikası işçisinden biri” olduğunu ifade eden film şöyle devam ediyor. “Bu işçilerin yaklaşık 4 milyonu Bangladeş’te çalışıyor ve %85’ten fazlası kadın. Ve günde 3 dolardan düşük ücretle, dünyadaki giyim işçileri arasında en az kazananlar.”  Çalıştığı atölyede bir sendika kurmaya çalıştığını, taleplerini patrona ilettiklerini ancak aralarında tartışma çıktığını söylene Shima, yaşananları şöyle anlatıyor. “Tartışmadan sonra kapıları kilitlediler. Onlarla birlikte 30-40 çalışan da üzerimize saldırdı ve bizi dövdüler. Bizi sandalyelerle, sopalarla, tartılarla dövüp makaslarla saldırdılar.”

“Yorgunluktan bitiksiniz. Kemikleriniz sızlıyor. Sesinizi yükseltmeye korkuyorsunuz çünkü işinizi kaybedersiniz. Ve hizmet ettiğiniz çokuluslu şirket dünyaya ciddi değişiklikler yaptığını, dünyayı değiştirdiğini ilan ediyor. Yani %100 mutlusunuz.” (John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları)

Dünyadaki her altı kişiden birinin küresel moda sanayinde çalıştığını söyleyen film, Amerikan mağazalarındaki giysilerin çoğunu, Shima gibi sesini duyuramayanların ürettiğini söylüyor ancak bu insanlıkdışı durumu bilmeyen, bilse de umursamayan, hatta savunan insanlarla birlikte yaşadığımızı ve ne kadar inkâr edersek edelim, az veya çok bu küresel suç ortaklığına ve sömürü düzenine dâhil olduğumuzu söylemeliyim. Yeri gelmişken, Perkins’in ironiyle herkesin “%100” mutlu olduğunu yazmasından hareketle mutluluk üzerine birkaç şey söylemek gerekiyor.

blank

Edgar Cabanas ve Eva Illouz, “mutluluk” kavramının son 30 yılda nasıl yeniden tanımlandığını, yaygınlaştırıldığını ve bireycilikle uyumlu bir ideolojiye dönüştürüldüğünü Mutlu Yurttaş İmalatı isimli kitaplarında enine boyuna tartışmışlardır. Yazarların “pozitif psikologlar” olarak tanımladığı ideologlar, “mutlulukta gerçekten fark yaratan şeyin koşulların kendisi değil, bu koşulların bireyler üzerindeki öznel algısı olduğu” ve örneğin para konusunda “mutluluğu paranın kendisinden çok kişi için taşıdığı önemin” etkili olduğunu savunmaktadırlar.

“Mutluluk arayışı, kişisel gelişim kitabı yazarları, yaşam koçlan, iş insanları, özel kurumlar ve vakıflar, Hollywood, talk-showlar, ünlüler ve elbette psikologlar dâhil olmak üzere, politik olmayan çeşitli aktörlerin yardımıyla yayılıp ilerletilen Kuzey Amerika kültürünün en belirgin ihracatlarından biridir ve milyarlarca dolarlık küresel bir endüstri haline gelmiştir.” (Edgar Cabanas-Eva Illouz, Mutlu Yurttaş İmalatı)

Pozitif psikologların, “Mutlak gelirin mutluluk üzerinde çok az etkisi olduğu kanısının geniş kapsamlı politik sonuçlan vardır. Ekonomik büyüme sosyal refahı artırmak için çok az etkiye sahipse, hükümet politikasının birincil hedefi olmamalıdır. Koşullar ne kadar kötü olursa olsun, mutluluğun anahtarı her zaman kendi içimizdedir. Bu koşulları değiştirmeye çalışmak yok yere hüsrana yol açar ancak kendimizi değiştirmek kendi esenliğimiz için sağlam ve uzun ömürlü sonuçlar verir” dediklerini aktaran yazarlar, kitap boyunca bu görüşlerin tutarsızlığını ortaya koyarak, endüstriye dönüştürülen mutluluğun kapitalist ideolojiyle ve siyasal muhafazakârlıkla uyumlu hale getirilme yollarını ifşa ederler.

“Mutluluk, zararsız ve iyi niyetli bir soyutlama olarak görülmemelidir. Aksi takdirde, gelişmiş kapitalist toplumlarda neden başka bir değerin -örneğin adalet, dayanışma veya sadakat- değil de, mutluluğun bu kadar önemli bir rol oynadığını anlamak zor olurdu.” (Edgar Cabanas-Eva Illouz, Mutlu Yurttaş İmalatı)

Psikolog Ashis Nandy, mutluluk yöneliminin Batı’dan gelen ve küreselleşme yoluyla yayılan “bireyciliğin yan ürünü”, kültürel bir “hastalık” ve bir “narsisizm rejimi” olduğunu yazar. Ben de bu görüşe katıldığımı ve bu “kültürel hastalık” sonucu sweatshop’larda sömürülen insanların “mutlu” ve “geleceğinin parlak” olduğunu savunanların, Bangladeş’teki sekiz katlı Rana Plaza isimli bir binanın çökmesi ve yüzlerce insanın ölmesi karşısında bile yüzlerinin kızarmamasını terbiye sınırları içerisinde izah edecek bir kelime bulamadığımı söylemeliyim.

“Bangladeş’teki giyim işçileri ucuz giysilerin bedelini ödüyor. Rana Plaza’da 1.129 insan öldü. Bu, tarihteki en büyük giyim sanayi felaketiydi. Ondan birkaç ay önce de, bir fabrika yangınında 100 kişi ölmüştü. Birbiri ardına fabrika felaketleri yaşandıkça ve ölü sayıları arttıkça, elde edilen karlar da arttı. Rana Plaza felaketini izleyen yıl, moda sanayinin en karlı yılı oldu.” (filmden)

Her şey büyük şirketlerin kar etmesine odaklandığında görüyorsunuz ki, insan hakları tamamen kayboluyor, işçiler daha fazla sömürülüyor. Bu sadece fiyat baskısı değil, bu başka bir şey. Bu, insan canını umursamamak” diyen film, “Bir avuç insana o kadar büyük kar yaptıran bu yırtıcı sanayi niçin milyonlarca işçisini desteklemiyor? Niçin onların güvenliğini sağlamıyor? O muazzam karları elde ederken niye bunu garanti edemiyor?” diye soruyor ve şöyle diyor.

“Rana Plaza’da ölen insanlar kimsenin umurunda değildi, kimse aldırmadı. Sadece ucuz fiyat ve iyi bir kar peşindeydiler. Böyle olmamalı. O çocukların sorumluluğunu herkes almalı. (filmden)

Kütlü Uğruna

“Pamuk öylesine yaygındır ki, üretilen miktar yeryüzündeki herkese 20’şer tişört yapmaya yeter. Dünyadaki pamuk mahsulüne denk gelecek miktarda yün üretmek için yaklaşık 7 milyar koyun, bu koyunların otlaması için de 700 milyon hektarlık bir arazi gereklidir yani bugünkü AB ülkelerinin toplam yüzölçümünün yaklaşık 1,6 katı kadar. Hayal etmesi bile zor. Fakat Avrasya kıtasının en batı ucundaki bir kara parçasında, böylesi pamuksuz bir dünya uzun süre çok normaldi. Burası Avrupa’ydı. Pamuk biliniyordu ama 19. yüzyıla kadar Avrupa tekstil üretimi ve tüketiminde marjinal konumdaydı. Peki, nasıl oldu da, dünyanın pamukla en az işi olan kısmı yani Avrupa, pamuk imparatorluğunu yaratıp ona hâkim olmayı başardı?” (Sven Beckert, Pamuk İmparatorluğu)

Pamuk toplamanın zorluğunu, yoksulluğu, sarı sıcağı, sıtmayı, sefaleti, zorba ağaları, bu sömürü düzenine göz yumanları Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazarlardan okumuştum. Ne var ki, bir pamuk tarlasını, pamuk bitkisini ve “kütlü”yü ilk kez 40 yaşıma yaklaştığım günlerde gördüm. Avrupa’nın yüzyıllar boyunca kullanamadığı ancak hep yaptığı gibi açgözlülükle ve silah gücüyle ele geçirdiği pamuğun nasıl kapitalizmin itici güçlerinden biri olduğuna, kölelik, sömürü, yağma ve talan düzenini yarattığına ve bugün de fast-fashion adı altında aynı çizgiyi sürdürmeyi “başardığına” kısaca değinmek gerekir.

“Daha asil, daha temiz, daha kansız bir kapitalizm özlemiyle, kölelik, el koyma ve sömürgeleştirme gerçeklerini kapitalizm tarihinden silmeyi tercih ederiz. Fakat 16.yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan savaş kapitalizmi, fabrikada değil tarlada yeşermişti. Kapitalizm denildiğinde, maaşlı işçiler aklımıza gelir oysa kapitalizmin ilk aşaması özgür emeğe değil köleliğe dayalıydı. Kapitalizm denildiğinde, sözleşmeler aklımıza gelir fakat erken dönem kapitalizmi şiddete ve bedensel zora dayalıydı. Kapitalizm denildiğinde, mülkiyet hakları aklımıza gelir fakat bu dönemin asıl özelliği mala el koymanın şiddetlenmesidir. Kapitalizm denildiğinde hukukun üstünlüğü aklımıza gelir fakat kapitalizmin erken dönemleri efendilerin, köleler ve yerel halklar üzerindeki hâkimiyetini temel alıyordu. Bunların birikmiş bir sonucu olarak Avrupalılar, yüzlerce yıllık pamuk üreticisi ülkeler üzerinde hâkimiyet kurarak, bunu Manchester odaklı tek bir imparatorluğa dönüştürebilmiş ve bugün doğal saydığımız küresel ekonomiyi icat edebilmiştir.” (Sven Beckert, Pamuk İmparatorluğu)

Beckert, “19.yüzyıldan farklı olarak, modern tüccarların yani küresel şirketlerin ham pamuk, iplik ve kumaş ticaretine değil giysi işine odaklandıklarını, bulabildikleri en ucuz tedarikçilerden pamuk, iplik, kumaş ve giysi tedarik ettiklerini ve işçilerin tamamen bu şirketlerin insafına kaldığını iddia eder. “Küreselleşme pamuk imparatorluğunda yeni bir şey değildir ama kapitalistlerin devletleri kullanıp sonra da devletlerin taleplerinden özgür olma kabiliyeti yenidir.” Şirketlerin hem devletleri kullanıp hem de devletlerin taleplerinden kaçındıkları iddiası çok önemlidir çünkü kapitalizmin her dönemde karşımıza yeni kılıklarla çıkabilme “yeteneğini” gösterir.

“Pamuk üretimi genellikle acımasız bir azap olmayı sürdürmektedir. Çoğu çiftçi ve işçi için pamuk, Amerikan pamuk sanayiindeki pazarlamacıların diliyle “hayatımızın dokunduğu kumaş” gibi yumuşak olmaktan çok uzaktır.” (Sven Beckert, Pamuk İmparatorluğu)

blank

“Modanın dünyamıza etkisini tam olarak anlamak için işin başladığı yere gitmeliyiz” diyen film, seyirciyi Amerika’daki pamuk tarlalarına götürüyor. Pamuk yetiştiricisi bir kadının, “Dünyanın en büyük pamuk bölgesi biziz ama son on yıldır, bunun %80’i genetiği değiştirilmiş pamuk” sözlerine yer veren filmin, “moda iştahımız arttıkça pamuk bitkisi de bu hıza ayak uydurmak için değiştiriliyor” iddiasından hareketle, hep daha fazla para kazanmak isteyen kapitalizmin “dünyamızı” sürekli yeniden “yarattığını” söyleyebiliriz.

“Doğayla uyum içinde yapılan eski tarım usullerini terk ettik” diyen film, toprağı kimyasallara boğduğumuzu ancak bunun sebep olduğu ekolojik yıkımı umursamadığımızı söylüyor. “Savaşlardan sonra kimyasalları ve patlayıcıları yapan fabrikalar işlevsiz hale gelince, Batılı ülkeler, bunları üçüncü dünyaya pazarlamanın iyi olacağını düşündüler. Ne de olsa patlayıcı yapan bir sanayi nitrojen gübresi de üretebilirdi. Ve nitrojen gübresini dayatmaya başladılar” diyen Vandana Shiva, gözlerden kaçan çok önemli bir ayrıntıyı gündeme getiriyor. “Nitrojen gübresi yerel ekinlerle uyuşmuyor. Bir tutunma sorunu oluyor. Bu yüzden sistem, bitkinin daha fazla kimyasal alabilmesi için bitkiyi yeniden tasarlamak için örgütlendi” diyen Shiva, böylece daha çok pestisit satmak isteyen şirketlerin asıl maksadını ve “tohum tekelinin” kaynağını açıklıyor.

“Yoksul bir çiftçinin tohum almak için her yıl Monsanto’ya gitmesi ve tohum tekeli çok kötü bir şey. Yüksek maliyet nedeniyle çiftçiler borca giriyorlar. Bir de kimyasal ürünler almak zorunda kalıp daha fazla borçlanıyorlar. İster gübre ister böcek ilacı olsun, bu kimyasalların trajedisi ekolojik narkotik gibi olmaları: Kullandıkça daha fazla kullanmanız gerekiyor. Bir süre, tek bir ürünün verimi artıyor ama sonra düşüyor çünkü toprağı zehirlemiş oluyorsunuz.” (filmden)

Hindistan’da pamuk üretilen bölgelerin, en çok böcek ilacı kullanılan yerler olduğunu iddia eden film, bölgedeki doğuştan sakatlıklar, akıl hastalıkları ve kanser artışı yaşandığını ancak şirketlerin bunu kabul etmediğini söylüyor. “Yoksul insanlar, küçük çiftçiler, tarla işçileri çok çalışsalar da tedaviyi karşılayamıyorlar. Sonuçta, çocuklarının ölmesini kabul etmişler. Çocuklarının ölümünü bekliyorlar.”

“GDO tohumlarını yapanlarla kimyasalları yapanlar aynı şirketler. Şimdilerde patentini aldıkları ilaçları yapanlar da onlar. Kanser olursanız, daha çok kar ediyorlar. Onlar için hep kazan kazan durumu var. Onlar kazanırken biz kaybediyoruz.” (filmden)

Hindistan’da 2005 yılında, yağışların az olması dolayısıyla yaşanan mahsul kaybının ardından, ağır borç yükü altında ezilen yüzlerce çiftçinin, bu zehirli ilaçları içerek intihar ettiğini söyleyen film, bu intihar olaylarının halen sürdüğünü iddia eder. “Şirket yetkililerinin çiftçiye, “Bana şu kadar borcun var. Ödemedin. Artık toprağın benim” dediklerinde, çiftçi tarlasına gidiyor ve bir şişe böcek ilacı içerek hayatına son veriyor.”

“Son 16 yılda Hindistan’da kayda geçen 250 binden fazla çiftçi intiharı var. Bu, her 30 dakikada 1 kişinin ölmesi demek. Dünya tarihindeki en büyük intihar dalgası.” (filmden) 

Reklama Güveniriz

“Nihayet öyle bir zaman gelmiştir ki, insanların başka bir şeye çevrilemez gözüyle baktıkları her şey değişime, alışverişe konu olmuş ve başka bir şeye çevrilebilir hale gelmiştir. Bu, o zamana kadar ifade edilip aktarılan ama asla değişmeyen; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan gibi her şeyin nihayet hep birden ticaret alanına geçtiği zamandır. Bu, çürümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para ile elde edildiği kısaca her şeyin, maddi ve manevi her şeyin alınıp satılabilir bir değer olarak pazara getirildiği dönemdir.” (Karl Marx, Felsefenin Sefaleti)

“İnsanlar maddi değerlere önem verdikçe paranın, imajın, statünün ve mülkün kendileri için önemli olduğunu söyledikçe daha çok depresif ve daha kaygılı oluyorlar” diyen film, reklamların bir propaganda türü olduğunu ancak propaganda deyince insanların aklına Hitler gibi diktatörlerin geldiğini oysa propagandanın “elmalı turta kadar Amerika’ya özgü” olduğunu iddia ediyor.

“Reklamlar işe yarıyor çünkü en azından akıllı reklamcılar ürünlerinin satın alınmasını, o ürünü alırsanız ihtiyaçlarınızın giderileceği yolundaki bir mesaja bağlıyorlar. Reklam o şeyle harika görüneceğinize inanmanızı istiyor. Ama giydiğinizde öyle olmuyor.” (filmden)

Kapitalist için kazanç sağladığı sürece hiçbir ihtiyaç, hiçbir istek ve hiçbir duygu görmezden gelinmez. Kapitalist için en önemli şey eldeki “meta”yı paraya çevirmektir. İnsanların maddi olan ve maddi olmayan ihtiyaçları vardır ve Marx’ın deyişiyle, “bu ihtiyaçların mideden mi yoksa hayallerden mi kaynaklandığı hiçbir değişikliğe yol açmaz.” Saygınlık, sevgi ve güven maddi olmayan bu ihtiyaçlardan bazılarıdır. Kapitalizm maddi olmayan ihtiyaçların giderilmesi için de “meta” üretme yolları arar. Maddi olmayan ihtiyaçların metalar aracılığıyla yani maddi nesnelerle karşılanabileceği konusu, ilk bakışta kolay olmasa da psikologlar, reklamcılar ve uzmanlar bunun da bir yolunu bulmuşlar, kapitalizmde yalnız nesneler değil, “kişilikler” de alınıp satılmaya başlanır hale gelmiştir. “Tüketici” artık saat değil saygınlık, otomobil değil cesaret, ayakkabı değil çekicilik, yüzük değil aşk satın alabilmektedir. Reklamlar, televizyon programları, filmler hatta haber programları her gün bu fikirleri insanların zihinlerine aşılamakta, insani özellikler birer metaya dönüştürülerek “tüketicilerin” hizmetine sunulmaktadır. Böylece en aşağılık kişiler bir saat, bir araba, bir ayakkabı almakla cesur, saygın veya maceraperest “olabilmektedir.”

blank

“İnsanların gerçek ihtiyaçları çok pahalı, ev gibi, eğitim gibi, sigorta gibi. Ama öte yandan hayatlarında bir teselli kaynağı var. Tişört alabiliyorlar.” (filmden)

Hem tüketmeyi körükleyen hem de tüketirken nasıl davranılması gerektiğini söyleyen ve kitleleri duygusal açıdan etki altına almak isteyen reklamlar, paranın “sihirli” gücüyle bütün sorunları çözdüğü, dokunduğu her şeyi güzelleştirdiği ve insanları mutlu ettiği öyküleri kullanarak, ürün değil bir “hayat tarzı” satmaktadır. Böylece bireyler, tüketmenin bencilce bir hareket değil de, bedeli ödenerek sahip olunan bir “hayat tarzı” olduğuna inandırılmaktadır. Kullandığı otomobil sayesinde cesur ve karizmatik olduğunu düşünen erkekler veya taktığı mücevherle hassaslığının ve kırılganlığının öne çıkarıldığını zanneden kadınlar gibi.

Herkesin satın alabileceği bir “nesneye” sahip olmakla yaşamlarının daha güzel olacağına inandırılan kitleler, nasıl davranmaları gerektiğini de reklamlar yoluyla öğrenirler. Herkesin tükettiği bir dünyada asıl tehdit, tüketmeyenlerin varlığıdır ve bunu ortadan kaldırmanın en etkili yolu herkesin aynı şekilde davranmasını sağlamaktan geçer. “İnsanlar arasındaki bütün bağların koparılarak yerine paranın konduğu” bu sürecin en önemli noktalarından biri budur.

“Çok şey alabildiğimiz için bizi, zengin veya varlıklı olduğumuza inandırıyorlar ama aslında bizi yoksullaştırıyorlar. Burada zenginleşen tek kişi, o fast-fashion markasının sahibi.” (filmden)

Pepe Hastalığı

“Fast-fashion sebebiyle çöpe atılan giysi sayısı giderek arttı. Elimizde kalan son dokunulmamış yerlerin çöplüğe dönüşmesi söz konusuyken giderek daha çok atılabilir ürün yapmaya yeminli gibiyiz. Giysiler asla atılabilir ürünler olarak düşünülmemeli.” (filmden)

“Ortalama bir Amerikalı her yıl 40 kilo tekstil atığını çöpe atıyor ve sadece Amerika’da 11 milyon ton tekstil çöpü ortaya çıkıyor. Bu çöpler toprakta çözünmüyor ve havaya zararlı gazlar salarak, 200 yıldan daha fazla doğada kalıyor” diyen film bu durumun ne şirketler ne de tüketiciler tarafından hiçbir şekilde umursanmadığını çarpıcı görüntüler eşliğinde gözler önüne seriyor.

“Baloya gideceksiniz, dışarı çıkacaksınız. Bir mağazaya girip 10 dolarlık bir elbise alıyorsunuz. Sadece 10 dolar olduğu için işiniz bitince kolayca çöpe atabilirsiniz.” (filmden)

“En iyi malzemeleri alıp Milano, Paris ve Londra’daki lüks moda pazarına götürebilirsiniz. Oysa onun yapımında çok emek harcanmış, kullanılan kimyasallar doğayı kirletmiştir. Oysa biz sadece bitmiş ürünü görürüz” diyen film, moda endüstrisinin dünyayı en çok kirleten ikinci sanayi” olduğunu iddia eder.

blank

“Yaşamımızın bağlı olduğu ilk ekonomi doğanın ekonomisidir. Sonra insanların ekonomisi gelir oysa doğanın sömürülmesi gayrisafi milli hasıla denilen rakamla görünmez kılınmıştır çünkü bu rakam yalnızca ticari ürünleri ölçer. Peki, ne pahasına? Suyu kirletme pahasına, alınteri pahasına, fabrikada yangın çıktığında pencere demirleri yüzünden kaçamayan insanlar pahasına, iyi bir eğitime ve gereken sağlık sigortasına kavuşamayan çiftçiler pahasına.” (filmden)

“Birçok insan, vicdanlarını rahatlatmak için giysilerini çöpe atmak yerine ihtiyacı olanlara vermeyi tercih ederler” diyen film,  hayır kurumlarına bağışlanan giysilerin yolculuğunun son bulduğu noktayı da gösterir ve bunu “mide bulandırıcı” olarak ifade eder. Pepe’nin, Haiti’de görülen bir hastalık olduğunu ifade eden film, “Sadece Haiti’de değil, gittiğiniz herhangi bir üçüncü dünya ülkesinde de benzer şeyleri görürsünüz. Bu bir sorun, büyük bir sorun” diyerek, fast-fashion atıklarının “iyilik” adı altında elden çıkarılmasının adını koymuş oluyor.

“Yardım kuruluşlarına bağışlanan giysiler ülke içinde satılamayınca, paketliyorlar ve yoksul ülkelere gönderiyorlar, çoğu da buraya geliyor. Bağışladığımız giysilerin ancak yüzde onunun yerel ucuzcularda satıldığı anlaşıldı. Haiti’ye gelen ikinci el kıyafetler artınca buradaki giyim sanayi yok oldu.” (filmden)

Sonuç

“Moda endüstrisinde insan sermayesi olmadan, ucuz emek gücü olmadan kar elde edilemez. Değiştirmemiz gereken şey, o şirketlerin işleyişi. Sadece kazanılan paranın ölçüldüğü bir sistemde, şirketler geçen yılın aynı çeyreğine göre daha çok kazanmaktan başka bir şey düşünmezler. Nasıl bir zarar vermiş olurlarsa olsunlar.” (filmden)

Yoksul ülkelerde bağımsız sendikaların devlet eliyle bastırılması ücretlerin düşük tutulmasını garanti altına alır yani devlet müdahalesine karşı olduğunu iddia eden kapitalistler devleti kullanmayı sürdürürler. Kölelik, sömürgecilik, zorla çalıştırma, yağma ve talan kapitalizm tarihindeki sapmalar değil aksine kapitalizmin özüdür ve bu yüzden, şirketler, üretimlerini sürekli olarak, bir yoksul ülkeden daha yoksul olanına taşımaktadırlar. “Sorun, kapitalizmin kendisidir.” demekten çekinmeyen belgesel, benzer yapımların aksine bu gerçeği dile getirmekten çekinmiyor.

“Hepimiz için en büyük tehdit, sermayenin yaşamak için sürekli büyümek zorunda olmasıdır. Ne pahasına olursa olsun kar etme hırsı, paylaştığımız tüm değerlerin karşısında yer alıyor. İçinde yaşadığımız sistem, çoğu kişiyi mutsuz eden bir sistem çünkü insanlar yavaşça ölmekte olan bir gezegende, komşularını sömürerek yaşamak istemiyorlar.” (filmden)

“Büyük bir sistem değişikliği gerek” diyen film, eğer bu değişikliği gerçekleştirmezsek, bu şirketlerin yani bir avuç yönetici ve hissedarın, er veya geç, başka bir yerde yeniden ortaya çıkacağını söylüyor ve ekliyor. “Şu, koşulları “iyileştirme” martavalını bırakın da gerçek sorunla uğraşın.”

“İyi yaşamayı istiyorsak, çocuklarımızın iyi yaşamasını istiyorsak bunu değiştirmemiz şart. Sermayenin sadece para olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Para bir araçtır ve insanlar paranın kullanılış şeklinden sorumlu tutulmalıdırlar” diyen film, bu ürünleri satın alanların durumunu da gündeme getiriyor ve soruyor.

“Bu malları satın alanlar ahlaksız mı? Yoksa ahlak konusuna ilgisiz mi? Müşteriler sorumlu olduklarını bilmeli. Konu havamız, konu dünyamız, konu gezegenimiz, konu insanlarımız yani konu farkındalık. Tüketicilerin etik soruları sormasını, “Bir çalışma gününde bir işçinin ölmesi kabul edilemez” demesini sağlamalıyız.” (filmden)

İnsanların “dikkatini” metaya yönlendiren kapitalizm, yeryüzünü para kazandıracak bir oyun alanı, insanı ise rekabet edilecek “öteki” olarak benimsetmeyi başarmıştır. “İnsan insanın kurdudur” veya “Cehennem diğerleridir” sözleri, bu zihniyetin temel taşıdır. Paranın en yüce değer olduğu benimsetilen “modern” insan, önce kendi türüyle sonra da bütün varlıklarla bağlarını kopararak yabancılaşmış; dayanışma, sevgi, merhamet değerini yitirmiş; futbola, magazine, reklamlara ve tüketime maruz kaldıkça da, içine düştüğü durumu kavramaktan uzaklaşmıştır.

Örneğin, insanların yalnızca kendi mülkiyetlerinde bulunan hayvanları severken, diğerlerinin acısına dönüp bakmaması, Hayvanları Koruma Günü’nde bile çoğunluğun aklına “mülkiyetindeki” kedisinden başka bir şey gelmemesi, bencilliğin kutsandığı bu kapitalist “ideolojinin” açık sonucudur. Arnold Toynbee, “Uygarlık, teknolojide, bilimde ve gücün ilkel kullanımında meydana gelen gelişmedir; dürüstlükte yani ahlakta değil” derken çok haklıdır. Para, güç ve teknoloji hepimizi esir almaya çalışsa da, insanca yaşayabilmenin yolu birbirimizi “dürüstçe” anlamaya çalışmaktan geçiyor.

Ne var ki, algı hakikatin yerini aldığından ve algılar da farklı olduğundan, herkes kendi “dikkatini çeken” konunun öncelikli olduğu bir dünya istiyor. Ve böylece herkes, kendisinden az okuyanı cahil, kendisinden az mama vereni zalim, kendisinden az duyarlı olanı merhametsiz vb. görüyor. Öyle değilmiş gibi yapsa da, ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve türcülüğü körükleyen kapitalizm, yaşananların doğrudan sorumlusudur ve zorunlu ihtiyacımız dışında harcadığımız her lira sömürü ve israftır.

BM Gıda Özel Temsilcisi, bir süre önce, 1 milyara yakın insan açlık çekerken 100 milyon ton tahılın etanole dönüştürülmesini “insanlık suçu” olarak niteler ve sorar. “İnsanları beslemeye yetecek de artacak miktarda -yıllık 756 milyon ton- tahıl kullanan besiciler nasıl bir suç işlemektedir peki?” İçtiğimiz her yudum içkide açlıktan ölen bir çocuğun, çöpe attığımız her lokmada endüstriyel çiftliklerde zulüm gören hayvanların, satın aldığımız her gereksiz eşyada, sömürülen kadınların, harcadığımız her damla benzinde yok edilen Amazon Ormanları’nın, aşkın simgesi haline getirdiğimiz kanlı elmas ve pırlantada ise madenlerde çalıştırılan küçücük çocukların emeği ve hakkı olduğunu unutuyoruz.

Örnekler sonsuza kadar çoğaltılabilir ancak işin özü, kendimizi azade gördüğümüz her haksızlığın ve zulmün içinde bir şekilde olduğumuzdur. Dikkatimizi ırkçı, cinsiyetçi, türcü söylemlere; insanları bölen, parçalayan, birbirine düşüren sermayeye ve medya yalanlarına yöneltmediğimiz sürece her geçen gün daha da kötüye gideceğimiz aşikâr. Sermayenin egemenliğine topyekün karşı çıkmadığımız müddetçe de, bir başkasından daha “iyi” olduğumuz düşüncesi ise büyük bir yanılsama.

“Moda endüstrisi, dünyada milyonlarca insanı ve hepimizin kullandığı kaynakları etkiliyor. Mutluluğu nesne tüketiminde aramaya devam edecek miyiz? Dünyamızı korkunç bir çaresizlik içinde bırakan ancak zengin hissetmemizi sağlayan bu sistem bizi memnun edecek mi? Giysilerimizin arkasındaki yaşamları görmezden gelmeye devam edecek miyiz?” (filmden)  

Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay

blank

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Electric Boogaloo: The Wild, Untold Story of Cannon Films (2014)

Electric Boogaloo, zamanında Cannon Films’e gönlünü kaptırmış her izleyiciyi tavlayacak
blank

La Glace et le Ciel (2015)

Claude Lorius, Oscar ödüllü yönetmen Luc Jacquet ile birlikte insanlığa