Kimler farkındadır bilmiyorum ama Ankara’da AŞTİ’nin koridorlarının birinde iki sene önce çok ilginç başlıklı bir tabela asılıydı. Başlıkta yazan şuydu: “Nükleer saldırı sırasında yapılması gerekenler”.

Benzer bir tabelayı on sene evvel Haydarpaşa Garı’nda da görmüştüm, ama AŞTİ deneyimi benim için bambaşkaydı. Kasıtlı mı orada duruyordu yoksa unutulmuş muydu? Cevabı bilecek kimseyi tanımıyorum. Muhtemelen zamanında asıldı, düzenli temizlendi, sonra da unutuldu gitti. Ve gene muhtemelen yetkili biri farkederse tabela hiç düşünülmeden çöpe atılacak, belki çoktan atıldı bile. Oysa AŞTİ’deki bu nükleer savaş tabelası koca binadaki tek tarihi eser olabilir. “Otuz, otuz beş senelik tarihi eser olur mu?” diye küçümsemeyin, o tabelanın asıldığı zamanlar bambaşka zamanlardı. İnsanlar o zamanlar bambaşka korkularla yaşıyordu. Bugün biz yirmi birinci yüzyıl insanları dijital çağın öncüleriyiz, oysa önceki kuşaklar için gelecek, dijital kutuların değil atomun çağı olacaktı. Ya atomun kudretiyle yükselecekti insanlık ya da  o kudretin altında ezilip yok olacaktı. Sonra mı? Sonra işler biraz değişti tabii, en azından insanların zihinlerinde. Ülkeler daha az bu konuyu dillendirir, akabinde televizyonlar meseleden daha az bahseder oldu. Sonunda Çernobil Kazası bile toplumun hafızasında sadece seneden seneye hatırlanacak bir kötü anı olarak kaldı . Potansiyel bir nükleer saldırının yaratacağı dehşet hala çok büyük, ama artık insanlık bu korkudan bağımsız yaşıyor. Ve pek tabii bu bağımsızlığın ömrü, televizyonda yeni bir reaktör kazası haberi görmemizle tükeniyor. İşin kötüsü artık bize ne yapmamız gerektiğini söyleyecek, AŞTİ’deki gibi tabelalardan da yok çevrede…

Peter Watkins’in 1965 yapımı kısa belgeseli The War Game, soğuk savaşın ilk yarısında toplumda büyük bir histeri ve paranoya olarak varlığını sürdüren, seksenlerde ise yerini sessiz ama güçlü bir huzursuzluğa bırakan “nükleer savaş” fikri üzerine değinen bir film. 1967 yılında Watkins’e en iyi kısa film dalında BAFTA, en iyi belgesel dalında ise Oscar ödülü kazandıran film, tüm bu başarısına rağmen İngiltere televizyonlarında yirmi yıl boyunca gösterilemedi (Üstelik BBC’de gösterilmek maksadıyla yapılmasına rağmen). The War Game’in döneminde “sakıncalı” sayılması hiç şaşırtıcı değil, çünkü film hem bir nükleer saldırının etkilerini oldukça rahatsız edici bir tonda beyazperdeye yansıtıyor, hem de Avrupa ülkelerinin ve Amerika’nın hiç de hoşuna gitmeyecek bir politik duruşa sahip.

blank

Peki nükleer savaş nasıl tasvir ediliyor The War Games’de? İngiltere özeline odaklanan film öncelikle bize ülkedeki stratejik, muhtemelen Rusya tarafından hedef olarak seçilmiş yerleşim yerleri hakkında bilgi veriyor. Ardından olası bir “worst-case-scenario” seyrediyoruz. Çin, Güney Vietnam’ı işgal ediyor ve Rusya ile Doğu Almanya, Batı Almanya’ya hücuma geçiyor. Hücumu engellemeye çalışan Amerika Komünist güçleri yenemiyor ve son çare olarak kırmızı düğmeye basıyor. Bunun karşılığı da İngiltere’nin nükleer başlıklar tarafından darmadağın edilmesi oluyor.

Öncelikle şu ayrıntıya dikkat çekelim: The War Game’de ilk nükleer saldırı Sovyet cephesinden gelmemekte. Aynı zamanda İngiliz yapımı bir filmden bahsediyoruz. İlginç değil mi?

Filmin ikinci yarısı termo-nükleer saldırının ardından yaşananları anlatıyor. Gözbebekleri patlama anında oluşan ısı ile kaynayan çocuklar, vücutları yanık içinde yaşlılar, an itibariyle kurtulsa bile yoğun radyasyondan ötürü birkaç hafta içinde ileri seviye kansere yakalanacak genç nüfus… İş bununla da bitmiyor tabii; açlık, hastalık, yakılmayı bekleyen binlerce ceset ve önlenemez anarşi The War Games’in kalan yirmi dakikasında ustalıkla işlenmekte. Tüm bu vahşeti seyrederken hayatta kalanlarla yapılan sokak röportajları sayesinde kalbimize yeni korkular aşılamayı da ihmal etmiyoruz.

Peter Watkins’in bir diğer filmi olan Punishment Park’ı Ötekisinema’da incelemiş ve yönetmenin nasıl elini taşın altına koymayı seven, gözüpek bir kişilik olduğundan bahsetmiştik. Watkins’in bu filmi Punishment Park’a kıyasla daha alıştığımız cinsten bir belgesel formatında. Film, döneminde çekilen benzer temalı sayısız propaganda filmine benzer bir üsluba sahip. Bu üslup yüksek ihtimal yönetmenin bu filmlere karşı tepkiselliğinin bir göstergesi. İlk yarıda daha hakim olan bu tanıdık yapı, patlamaların ardından yerini Watkins’in pek sevdiği savaş muhabirliğine bırakıyor. Bu kısımda özellikle son dakikalarda ulaşılan gerçekçilik ise dehşet verici. Filmin nükleer felaketi tasviri ilk dakikalarda teknik yetersizliklerden ötürü göze ister istemez yapay gelirken (1965 yılında patlamanın ilk dakikalarını çok gerçekçi sunulamamasını anlayabiliyorum), “aftermath” dediğimiz birkaç hafta sonrasını anlatan kısımda oyunculuklar ve makyaj istenilen etki başarıyla yakalanıyor. Açıkçası The War Game 1960’larda televizyonlarda gösterilebilse pek çok insan seyrettiklerinin gerçekten yaşanmakta olduğunu düşünebilir, belki de Orson Welles’in meşhur radyo tiyatrosunda olanlara benzer bir karmaşa vuku bulabilirdi.

blank

Tabii bu cümlem yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle filmin yayınlanmamasını haklı çıkarmaya çalışmıyorum, amacım Watkins’in ne kadar güçlü bir iş çıkardığının altını çizmek. İronik bir şekilde BBC’nin filmi yayınlamama gerekçesi ise The War Games’in aşırı “deneysel” ve “artistik olarak başarısız” olması imiş! Bana kalırsa filmin anavatanında gösterilmeme gerekçesi yeterince iyi olmaması değil, bilakis çok iyi, beklentilerin çok üzerinde olması. Saldırıdan önce İngiltere içinde gerçekleşen zorunlu göçte insanların tanımadıkları ailelerin yanında barınmak zorunda kalması, pek çoğunun “kalacağım aile siyah değildir umarım” tarzı cümleler kurması, saldırı sonrasında yaralıların acı çekmesinler diye polisler tarafından vurulmaları ve pek çok benzeri sahne bugün bile İngiliz seyircisinin kolay kabullenebileceği şeyler değil. Film bazı yerlerde İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bizzat Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen Dresden Bombalaması’na bile açıkça değiniyor. Bunun ne kadar riskli bir hareket olduğunu tahmin edebilirsiniz, zira filmin çekildiği 1965 yılı savaştan sadece yirmi sene sonrasıydı ve Hiroshima, Dresden gibi filmin değindiği pek çok insanlık suçu herkesin zihninde oldukça  tazeydi. İnsan bu noktada Türkiye’nin Dersim Bombalaması’nı yetmiş sene sonra bile aklıselim bir şekilde konuşamamasını düşünmeden edemiyor.

The War Game’in başarısının kendisinden yirmi sene sonra The Day After (1983) ya da Threads (1984) gibi filmlerin önünü açtığını da belirtmek gerek. Tabii bu filmlere anaakım sinema/televizyonculuğun yirmi sene rötarla geçiş yapmasının bir sebebi vardı. 60’lar ve 70’lerde hiç kimse olaya Watkins gibi yaklaşacak cesarete sahip değildi.

Peter Watkins çoğumuzun bilmediği çok güçlü bir yönetmen. Hatta belki İngilitere’nin Ken Loach ile birlikte en başarılı ve radikal politik sinemacılarından bile olabilir. Yazının başında bahsettiğim AŞTİ tabelasının akibetini bilemem, ama Watkins’in bu muhteşem eseri bugün üzerindeki yasaklardan arınmış durumda ve seyredilmeyi bekliyor/hak ediyor. Bugünün bir dizi bölümünden bile kısa süren bu Oscar ödüllü belgesele kırk beş dakikanızı verin. Belki The War Game’in konusu bugün için esas korkumuz değil, ama yıllardır bahsi geçen nükleer santrallerin Türkiye’de yapımı tamamlandığında hepimiz bu korkuları tartışır olacağız. O vakit bu tarz filmlere erişim şansınız kalır mı, hiç bilmiyorum…

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Nightmares in Red, White and Blue (2009)

Nightmares in Red, White and Blue, korku sinemasının bilge amcalarıyla
blank

Catfish (2010)

Catfish, sosyal hayatın sadece klavyede gezinen parmaklara indirgendiği günümüzde, işin